Arkeolojik bulgular, nadir hastalıklara sahip insanların toplum tarafından desteklendiğini, iyi bir yaşam geçirdiğini ve ötekileştirilmediğini gösteriyor.
Araştırmacılar çok uzun ya da çok kısa; çok ağır ya da çok hafif olan kemikleri yıllardır gün yüzüne çıkarıyor. Eğri büğrü, delinmiş ya da dışına doğru büyüyen kemikler de buluyorlar. Böylesi kemikler, nadiren de olsa insanların eskiden farklı hastalıklardan muzdarip olduğunu kanıtlıyor. Örneğin cücelik ya da hassas ve yoğun kemiklerin oluşumuna neden olan osteopetroz olarak da bilinen bu türden hastalığın semptomları, 2000 kişi arasından sadece bir kişide gözlemleniyor.
Sadece birkaç bilim insanı hem böylesi sıradışı durumlara hem de antik toplumlar ile ilgili bulgulara yoğunlaşmış durumda. Paleopatoloji, biyoarkeoloji, genetik alanında ve eşine az rastlanır hastalıklarda uzmanlaşmış 130’dan fazla kişiyi bir araya getiren bir seminer, konuya yönelik ilginin çoğalacağını garantiliyor. Georg August Üniversitesi’nde paleopatolog Michael Schultz şöyle diyor: ”İnsanlar ilk kez böylesi bir konu ile yüzleşiyor.”
(Antik Mısırlı Kadının Dişinde Mesleği Keşfedildi)
Birbirini izleyen kanıtlar, eski yaşamın tehlikeli, acımasız ve kısa olduğunu öne süren o yaygın görüşleri çürütüyor. Biyoarkeolojik bir dizi araştırma doğrultusunda bilim insanları, böylesine nadir hastalıklara sahip olan insanların toplum tarafından desteklendiğini, iyi bir yetişkinlik süreci geçirdiğini, ötekileştirilmediğini ve öldüklerinde toplumun onlara sahip çıktığını biliyor.
Söz konusu hastalıkların yaşam boyu devam eden o sıradışı semptomlara (ki bu semptomların küçük topluluklarda çok daha özel olduğu düşünülür) eklem iltihabı gibi yaşlılıktan kaynaklanan hastalıklarda rastlanılmıyor.
Arizona Devlet Üniversitesi’nden biyoarkeolog Jane Buikstra, “Toplumun genelini anlayabilmek için tek tek bireyleri incelemek istiyoruz.” diyor.
Kuzey Peru’da yaklaşık 1200 yılında Chachapoyas kültürünün takipçileri tarafından gömülen bir mumya gün yüzüne çıkarıldı. Bunun üzerine Florida Merkez Üniversitesi’nde fiziksel antropolog olan Marla Toyne, söz konusu mumyada bazı kemiklerin yer almadığını ve omurganın da çökmüş olduğunu gözlemledi. Toyne’a göre, bu türden belirtiler yetişkin bir bireyin kan kanserinden muzdarip olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda, son aşamada olduğu düşünülen kanser, bireyin ölümüne de sebep olmuştu.
Toyne şöyle devam ediyor: “Kırılgan yapıda kemiklere sahipti. Eklemlerindeki ağrılar hiç dinmiyordu. İyi bir biçimde yürüyemiyordu bile. Dağlık alanda yaşayan biri için bu büyük bir engel.”
Hastalığına rağmen uçurumun kenarında yer alan ve seçkin sınıf için ayrılmış bir mezara gömülmüştü. Kemikleri ise ağır işlerde çalışmadığını kanıtlıyor. Toyne, tek tek bireylere yönelip onları araştırdığını söylese de bireylerin toplum içinde yaşadığı gayet açık. Dolayısıyla şu şekilde devam ediyor Toyne: “Toplum, böylesi hastalığa sahip olan bireyin ve onun çektiği acıların farkındaydı. Bakımı ve tedavisi için gerekli düzenlemeleri üstlenmişlerdi.”
Günümüzde engel olarak görülen kimi durumlar, eskiden onur kaynağı sayılıyordu. Dolayısıyla, bazı olayları basitçe hastalık kelimesiyle açıklamaya çalışmak yeterli olmayabilir. Örneğin, Antik Mısır’da bulunan metinlere ve ikonografilere göre, cüce ile ilahi olan arasında bir bağlantı mevcuttu. Böylece, yönetim sınıfı cücelerin saray mensubu olmasını sağlıyordu. Livorno’da çalışmalarını bağımsız bir biçimde gerçekleştiren Anna Pieri şöyle diyor: ”Cücelik hiçbir zaman bir engel olarak görülmemişti. Aksine onun özel bir durum olduğu düşünülüyordu.”
(Tarım, F ve V Harflerini Söyleyebilmemizi Sağladı)
Pieri, Mısır’daki o prehistorik Nekhen bölgesinde 4.900 yıllık bir cüceye ait kalıntılara ulaştı. Söz konusu bulgulara göre, Mısırlıların cücelere yönelik ilgileri çok eskiye dayanıyordu. Örneğin, soylulara ait olan o iki ayrı mezara bir erkek bir de kadın cüce gömülmüştü. 30 ya da 40 yaşlarında olduğu düşünülen erkek cüceye ait kalıntılar, mezarlıktaki en eski mezarlardan biri. Hayatının rahat geçtiği ve yüksek bir mevkide yer aldığı çok açık. Kemiklere yönelik gerçekleştirilen x ışınları ve analizleri inceleyen Pieri, Nekhen’deki cücelerin bugün her 30.000 doğumda bir görülen ve psödoakondroplazi olarak bilinen bir hastalığa da sahip olabileceğini düşünüyor. Söz konusu durum kalıtsal nitelikte olduğundan Pieri, çiftlerin akraba olabileceğini belirtiyor.
Damakların yarık bir biçimde olması da aynı doğrultuda incelenebilir. Bugün bir bozukluk olarak kabul edilen damaktaki yarıklar, geçmişte eşi benzeri olmayan ilginç bir durum olarak düşünülüyordu. Szeged Üniversitesi’nde paleopatolog olan Erika Molnar, derin damak yarığı ve omurgasındaki açıklık ile doğan bir erkeği bu noktada örnek olarak gösteriyor. Söz konusu kişi Macaristan’ın merkezinde yaklaşık 900 yılında dünyaya gelmişti. Hem süt emmesi, hem de yemek yiyip bir şeyler içmesi onun için fazlasıyla zordu. Ne var ki 18. yaş gününe kadar çok iyi koşullarda yaşamıştı. Öldüğünde de pahalı mezar eşyaları ile birlikte gömülmüştü. Aynı zamanda ”eğri ağız” olarak bilinen bir ağızlığa sahip olan bir at da bu mezardaki yerini almıştı.
Molnar şu sorunun cevabını merak ediyor: ”Bu birey, doğumundan itibaren toplumsal tabakada üst bir basamakta mıydı, yoksa sahip olduğu deformasyon mu kendisini o üst basamağa taşıdı?” Onu eşsiz ve biricik kılan sıradışı fiziksel özelliği, toplumdaki yerini de belirlemiş olmalıydı.
Arkeolojik bulgular, nadir görülen hastalıklara farklı bir perspektifle yaklaşmamızı sağlayabilir. Trinity Üniversitesi’nden genetik bilimci Dan Bradley, geçen yıl dört antik İrlandalı’nın DNA’sını inceleyerek bir araştırma yayınladı. Bu araştırmaya göre, Neolitik dönemde yaşayan yetişkin bir kadın, MÖ 3343 ila 3020 yılları arasında Belfast’ın yanında yer alan ve devasa taşlarla korunan bir mezara gömülmüştü. Diğer üç erkek ise MÖ 2000 ila 15000 yılları arasında Kuzey İrlanda’nın kıyılarında konumlanan bir adaya, adada açılan bir hendeğe gömülmüştü. DNA analizleri, iskeletlerin farklı topluluklara ait olduğunu söylese de, gen değişimi, hemokromatoza neden olan genin bu dört kişide de var olduğunu gösteriyor. Hemokromatoz ise kandaki demir değerini yükseltiyor.
Bugün Dünya’nın en yüksek mutasyon oranına sahip ülkesi İrlanda. Bradley, böylesi genlerin birtakım avantajları da beraberinde getirebileceğini söylüyor. Bakteriler ile ilgili hastalıklara karşı koruma sağlanabilir; basit bir beslenme alışkanlığıyla bile demir değerinde iyileşmeler yaşanabilir. Dan Bradley ekliyor: ”Belli başlı bölgelerde nadiren gözlemlenen durumların patlak vermesi ve bu konuyu kavrama biçimimiz, gen ile ilgili bu türden sorumlulukların araştırmacılar tarafından daha iyi bir biçimde anlaşılmasını sağlayacaktır.”
Paleopatolog Julia Gresky ve bioarkeolog Emmanuele Petiti, ekip arkadaşlarıyla beraber antik döneme ait bireyleri ve bu bireylerde gözlemlenen sıradışı durumları hem tartışabilmek hem de onlarla alakalı bilgileri paylaşabilmek için bir tür veritabanı oluşturuyor. Amaçları, verileri karşılaştırarak bağlantıları ortaya çıkarabilmek.
Gresky, “Bugün doktorlar da aynı problem ile karşı karşıya. Eğer eşine az rastlanır bir hastalık üzerine çalışıyorsanız, yeteri kadar hastanızın da olması gerekir. Aksi takdirde bildikleriniz, vaka analizi boyutunda kalacak.” diyor.
Sciencemag. 12 Mart 2019.
You must be logged in to post a comment Login