Çürümüş Et, Gerçek Paleolitik Diyetin Temeli Olabilir

Yerli halkların diyetlerine ilişkin tarihsel anlatılar, arkeologların eski menüleri yeniden düşünmesine neden oluyor.

Antropologlar bozuk etin, az incelenmiş diğer yiyeceklerle birlikte, eski hominidlerin beslenmesinin bir parçası olabileceğini keşfediyor. C: Emile Holmewood

İngiliz kaşif Arnold Henry Savage Landor, 1907 yılında Afrika’ya yaptığı seyehatleri anlattığı kitabında, eşlik ettiğini insanların keyifle yediği ancak kendisinin hayal bile edemeyeceği kadar iğrenç bulduğu doğaçlama bir yemeğe tanık olduğunu anlatır.

Kongo Havzası’ndaki bir nehirde birkaç yerel avcı toplayıcıyla birlikte ilerlerken, kanoların yanında ölü bir kemirgen yüzüyordu. Kemirgenin çürümekte olan bedeni küçük bir domuz kadar şişmişti.

Şişen cesetten yayılan pis koku Landor’un nefesini kesmişti. Konuşamadığı için arkadaşlarına kanoyu çürümüş yaratıktan uzaklaştırmalarını işaret etmeye çalıştı. Bunun yerine, devasa büyüklükteki kemirgeni kanoya çekip yediler.

Landor, “Bıçaklarını sapladıklarında çıkan koku en güçlü adamı bile öldürmeye yeterdi.” diye yazmıştı. “Kendime geldiğimde bu insanların sindirim güçlerine hayranlık duydum. Dudaklarını şapırdatıyorlardı ve kemirgenin mükemmel bir yemek olduğunu söylüyorlardı.”

1500’lerden başlayarak Avrupalı ve daha sonra Amerikalı kaşifler, tüccarlar, misyonerler, hükümet yetkilileri ve dünyanın birçok yerinde yerli halklar arasında yaşayan diğerleri benzer beslenme uygulamalarını yazdılar. Avcı-toplayıcılar ve küçük ölçekli çiftçiler her yerde yaygın olarak çürümüş et, balık ve çok çeşitli hayvanların yağlı kısımlarını yediler. Kutup tundralarından tropik yağmur ormanlarına kadar, yerli halklar çürümüş kalıntıları çiğ, fermente edilmiş ya da tüylerini dökecek ve daha çiğnenebilir bir doku oluşturacak kadar pişirilmiş olarak tüketmişlerdi. Birçok grup, kurtçukları etli bir ikramiye olarak değerlendirmişti.

Günümüzün bazı yerli gruplarında ve ara sıra fermente balık yiyen kuzey Avrupalılar arasında hala görülen bu uygulamaların tanımları, yeni Food Network programlarına veya ünlü şeflerin yemek kitaplarına ilham verecek gibi görünmüyor. 

Konuyla ilgili örnek olarak: Bazı yerli topluluklar, Afrika’da kazılmış çukurlara hapsedilmiş su aygırları ve Avustralya kıyılarında karaya vurmuş balinalar da dahil olmak üzere çürümekte olan devasa hayvanlarla ziyafet çekiyorlardı. Bu gruplardaki avcılar, yağlı iç organları mideye indirmeden önce genellikle hayvanın yağına bulaşırlardı. Hayvanların orta kısımlarını kestikten sonra, hem yetişkinler hem de çocuklar et ve yağ çıkarmak için büyük, çürüyen vücut boşluklarına tırmanırlardı. 

Ya da 1800’lerin sonlarında Missouri’deki Amerikan yerlilerinin ölü bizonların yeşilimsi, çürüyen etlerinden değerli bir çorba yaptıklarını düşünün. Hayvan cesetleri kışın bütün olarak gömülür ve ilkbaharda en yüksek lezzete ulaşacak kadar olgunlaştıktan sonra çıkarılırdı. 

Ancak Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nden antropolojik arkeolog John Speth, bu tür anlatıların Batı’nın sanayileşmesinden ve mikroplara karşı savaşın küreselleşmesinden çok önce var olan bir yaşam biçimine değerli bir pencere açtığını söylüyor. İlginçtir ki, 1900’lerin başlarından önce yerli gruplarla ilgili yazılarda botulizm (bir tür gıda zehirlenmesi) ve çürüyen ette bulunan mikroorganizmalara karşı diğer potansiyel ölümcül reaksiyonlarla ilgili hiçbir rapor bulunmuyor. Bunun yerine, çürümüş et ve yağ, sağlıklı bir diyetin değerli ve lezzetli parçalarını temsil ediyordu. 

Landor gibi pek çok gezgin, bu tür yeme alışkanlıklarını iğrenç olarak değerlendirdi. Ancak Speth, “etno-tarihsel anlatılardan oluşan bir altın madeni, Batılıların çürümüş et ve kurtçuklara karşı hissettikleri tiksintinin genetik kalıntılarımıza bağlı olmadığını, bunun yerine kültürel olarak öğrenildiğini açıkça ortaya koyuyor.” diyor.

Bu diyet keşfi, pişirmenin eski akrabalarımız arasında eti daha sindirilebilir hale getirmenin bir yolu olarak ortaya çıktığı ve böylece Homo cinsinde beyin büyümesi için zengin bir kalori kaynağı sağladığı yönündeki etkili bir bilimsel fikre de meydan okuyor. Speth’e göre, Neandertaller gibi Taş Devri hominidlerinin pişirmeyi ilk olarak, ısıtıldığında diyete enerji artırıcı bir karbonhidrat etkisi sağlayan bazı bitkiler için kullanmış olması mümkün. Hayvanlar, çürüme başladıktan sonra ısıtılmaya gerek kalmadan besin ihtiyaçlarını tamamlayan yağ ve protein paketleri barındırıyordu.

C: Emile Holmewood

Yerli halkların diyetlerinde çürümüş yiyecekler

Speth’in, insanların çürümüş et yeme hakkındaki merakı, aslında kutup bölgelerindeki günümüz avcı -toplayıcılarından kaynaklanıyordu. Kuzey Amerika Eskimoları, Sibiryalılar ve diğer uzak kuzey halkları hala düzenli olarak fermente veya çürümüş et ve balık yiyor.

“Çürümüş kafa” olarak da bilinen fermente balık kafaları, kuzey grupları arasında popüler bir atıştırmalık. Örneğin Rusya’nın Uzak Doğusundaki Çukçi çobanları, sonbaharın başlarında bütün balıkları toprağa gömerler ve donma ve çözülme dönemlerinde vücutlarının doğal olarak mayalanmasına izin verirler. Sert dondurma kıvamındaki balık kafaları daha sonra ortaya çıkarılır ve bütün olarak yenir.

Speth, onlarca yıldır fermente edilmiş ve çürümüş et, balık, yağ ve iç organ tüketiminin kuzeyli yerli gruplar arasında uzun ve muhtemelen eski bir geçmişe sahip olduğundan şüpheleniyordu. Kendisi, Google Scholar ve üniversitelerin dijital kütüphane katalogları gibi çoğunlukla çevrimiçi kaynaklara başvurarak, bu tür davranışların 1500’lere kadar uzanan birçok etno-tarihsel tanımını buldu. Çürümüş deniz aygırları, foklar, ren geyikleri, misk öküzleri, kutup ayıları, geyikler, kutup tavşanları ve bazı dağ kuşlarının hepsi uygun bir av olmuştur. Speth bu kanıtların çoğunu 2017 yılında PaleoAnthropology dergisinde yayımladı.

1800’lerin sonlarında Grönland’da kaydedilen bir olayda, iyi niyetli bir avcı, Amerikalı kaşif Robert Peary liderliğindeki bir ekibe önceden mükemmel yiyecek olduğunu iddia ettiği bir şey getirdi. Avcı, kurtçuklarla dolu çürümüş bir fok balığı taşıyan Peary’nin gemisine yaklaştığında havayı pis bir koku kapladı. Grönlandlı, foku muhtemelen birkaç yıl önce yerel bir grubun, cesedin lezzetli bir çürüme durumuna ulaşabilmesi için gömdüğü yerde bulmuştu. Peary adama çürümüş foku teknesinden uzak tutmasını emretti.

Peary’nin karısı, bu beklenmedik ret karşısında sinirlenen avcının, “bize fok ne kadar çürümüşse o kadar iyi yendiğini ve neden itiraz ettiğimizi anlayamadığını” söylediğini yazdı.

Hayvan bedenlerinin saatler ya da günler içinde çürüdüğü ılıman ve tropikal bölgelerde bile, yerli halklar çürümenin değerini Peary’nin fok teslimatı yapan adamı kadar iyi biliyor. Speth ve Kanada Peterborough’daki Trent Üniversitesi’nden antropolojik arkeolog Eugène Morin, geçtiğimiz Ekim ayında PaleoAnthropology’de bu karanlık etno-tarihsel anlatılardan bazılarını tanımladı.

C: Emile Holmewood

Erken hominidler çürümüş etleri temizlemiş olabilir 

Speth, bu anlatıların bilim insanlarının gıdayla ilgili bazı tabularının altını oyduğunu söylüyor. Örneğin, Avrupalı kaşifler ve diğer gezginler, sürekli olarak geleneksel grupların çürümüş etleri çiğ ya da az pişmiş olarak yemekle kalmayıp, hiçbir kötü etkiye maruz kalmadıklarını yazdılar. Speth, koruyucu bir bağırsak mikrobiyomunun bunun nedenini açıklayabileceğini düşünüyor. Yerli halklar, günümüzde sterilize edilmiş ortamlarda büyüyen insanların aksine, bebeklikten itibaren çeşitli mikroorganizmalarla karşılaştı. Patojenlere erken maruz kalma, bir dizi bağırsak mikrobunun ve çürümüş et yemenin potansiyel zararlarına karşı koruma sağlayan bağışıklık tepkilerinin gelişmesine neden olmuş olabilir. 

Bu fikir daha fazla araştırma gerektiriyor; geleneksel gruplar tarafından yenen çürümüş etin bakteriyel yapısı veya bağırsak mikrobiyomları hakkında çok az şey biliniyor. Ancak son birkaç on yılda yapılan çalışmalar, çürüme süreci olan kokuşmanın, yemek pişirmenin besinsel faydalarının çoğunu çok daha az çabayla sunduğunu gösteriyor. Çürüme, et ve balığı önceden sindirerek eti yumuşatır, proteinleri ve yağları kimyasal olarak parçalayarak vücut tarafından daha kolay emilmelerini ve enerjiye dönüştürülmelerini sağlar. 

Speth, etno-tarihsel kanıtlar göz önüne alındığında, 3 milyon yıl veya daha önce yaşayan hominidlerin, avcılık veya kasaplık için taş aletler olmadan bile çürüyen leşlerden et toplamış olabileceğini ve ateşin pişirme için kullanılmasından çok önce çiğ etlerini güvenli bir şekilde yemiş olabileceğini iddia ediyor. Bazı araştırmacıların tartışmalı bir şekilde öne sürdüğü gibi basit taş aletler 3,4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıysa, bu aletler çiğ et ve ilik arayan hominidler tarafından yapılmış olabilir.(Araştırmacılar yemek pişirmek, ışık ve ısınmak için düzenli ateş kullanımının yaklaşık 400.000 yıl önce ortaya çıktığından şüpheleniyor.

Yale Üniversitesi’nden paleoantropolog Jessica Thompson, “Ateş olmadan da çürümüş et yemenin mümkün olduğunu kabul etmek, atalarımız avlanmayı veya taş aletlerle eti işlemeyi öğrenmeden çok önce leşleri diyete dahil etmenin ne kadar kolay olabileceğini vurguluyor.” diyor. 

Thompson ve meslektaşları 2019’da Current Anthropology’de, yaklaşık 2 milyon yıl öncesine kadar hominidlerin öncelikle hayvan kemiklerini kırmak ve besleyici, yağ açısından zengin ilik ve beyinleri yemek için taşları kullanan leş yiyiciler olduğunu öne sürdüler. Fosil ve arkeolojik kanıtların incelenmesinden elde edilen bu sonuç, erken hominidlerin ister avcı ister leş yiyici olsun öncelikle kemikten et çıkardığına dair yaygın bir varsayıma meydan okuyor. 

Houston’daki Rice Üniversitesi’nden arkeolog Manuel Domínguez-Rodrigo, hominidlerin bugün düşündüğümüz etli bifteklerden daha fazlasını yediğini söylüyor. Doğu Afrika’daki Olduvai Boğazı’nda, yaklaşık 2 milyon yıl öncesine tarihlenen alanlardaki kesilmiş hayvan kemikleri, hominidlerin beyin ve iç organlar da dahil olmak üzere cesetlerin çoğu bölümünü yediklerini gösteriyor. 

Domínguez-Rodrigo, “Ancak Speth’in çürümüş leşlerin yenmesi konusundaki argümanı çok spekülatif ve test edilemez.” diyor. 

Speth, antik hominidlerin gerçekten çürümeyi sevip sevmediklerini anlamak için mikrobiyoloji, genetik ve gıda bilimi gibi pek çok alanı kapsayan bir araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. 

Ancak Speth’in iddiası doğruysa, bu durum eski aşçıların et yemekleri yapmadığını gösteriyor. Speth’e göre bunun yerine, yemek pişirmenin birincil değeri nişastalı ve yağlı bitkileri daha yumuşak, çiğnenebilir ve kolay sindirilebilir hale getirmekti. Yenilebilir bitkiler karbonhidratlar, yani vücutta enerjiye dönüştürülebilen şeker molekülleri içerir. Ateşte ısıtma, yumrulardaki ve diğer bitkilerdeki nişastayı vücut ve beyin için hayati bir enerji kaynağı olan glikoza dönüştürür. Bitkilerin ezilmesi ya da öğütülmesi, ateş yakma becerisinden yoksun olan aç hominidler bu enerji faydalarının en azından bir kısmını sağlamış olabilir.

Primatların yaklaşık 400.000 ila 300.000 yıl öncesinden önce bitkileri ya da diğer yiyecekleri düzenli olarak pişirecek kadar ateşi kontrol edip etmedikleri bilinmiyor.

C: Emile Holmewood

Neandertaller yağ için hayvan avlamış olabilir

Besinsel faydalarına rağmen, bitkiler genellikle Taş Devri insanları için ikincil menü öğeleri olarak görülüyor. Bitkilerin arkeolojik alanlarda kötü korunmuş olması da buna yardımcı olmuyor. 

Özellikle Neandertaller, bitkilerden uzak duranlar olarak uzun süredir devam eden bir üne sahip. Popüler görüş Neandertalleri, ateşin etrafında toplanıp mamut bifteği yiyen iri yarı, kıllı bireyler olarak görüyor. 

Bu, Neandertallerin ne yediğine dair etkili bir bilimsel görüşten çok da uzak değil. Yaklaşık son 30 yıldır birçok araştırma ekibi, Neandertal kemiklerinde ve dişlerinde beslenmeyle ilişkili bir nitrojen formunun yüksek seviyelerde bulunmasının, onların büyük miktarlarda protein açısından zengin yağsız et yiyen kararlı etoburlar olduklarına işaret ettiği sonucuna vardı. 

Ancak Speth, etten özellikle de şimdi biftek olarak adlandırılan ön ve arka bacakların üzerindeki kesimlerden bu kadar çok protein tüketmenin beslenme felaketine bir reçete olacağını savunuyor. Yabani, toynaklı hayvanların ve tavşan gibi daha küçük canlıların etleri, modern evcil hayvanların etlerinden farklı olarak neredeyse hiç yağ içermez diyor. Etno-tarihsel anlatılar, özellikle de eskimolar gibi kuzeyli avcılar için, çok fazla yağsız et yemenin yol açabileceği kilo kaybı, hastalık ve hatta ölümle ilgili uyarılar içeriyor.

Bu yetersiz beslenme şekli tavşan açlığı olarak bilinir. Speth, kanıtların insanların günlük kalorilerinin yaklaşık yüzde 25 ila 35’ini protein olarak güvenle tüketebileceğini gösterdiğini söylüyor. Bu eşiğin üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar, karaciğerin alınan proteinlerden kaynaklanan kimyasal atıkları parçalayamadığını ve bu atıkların kanda birikerek tavşan açlığına katkıda bulunduğunu gösterdi. Güvenli bir şekilde tüketilebilecek günlük protein miktarının sınırlandırılması, günümüzde olduğu gibi eski avcı grupların da günlük kalori ve diğer besin ihtiyaçlarını karşılamak için hayvansal yağlara ve bitkilerden elde edilen karbonhidratlara ihtiyaç duydukları anlamına geliyordu. 

Modern “Paleo diyetleri” yağsız et, meyve ve sebze yemeyi vurguluyor. Ancak bu, geçmişteki ve günümüzdeki yerli halkların hayvan leşlerinden en çok istedikleri şeyi göz ardı ediyor. Speth, eskimo halkının yağsız etten çok daha fazla miktarda yağlı vücut parçaları yediklerini anlatıyor. Son birkaç yüzyılda dil, yağlı parçalar, göğüs eti, kaburgalar, bağırsak ve iç organların etrafındaki yağ dokusu ve iliği tercih ediyorlar. İç organlar, özellikle de böbreküstü bezleri, yağsız kasta neredeyse hiç bulunmayan C vitamini sağlayarak anemi ve diğer iskorbüt belirtilerini önlüyor.

Batılı kaşifler, Eskimoların ren geyiği ve diğer bitki yiyen hayvanların mide içeriği olan “kimüs” de yediklerini belirttiler. Chyme, en azından bitkisel karbonhidratlardan oluşan bir yan gıda sağlıyordu. Speth, aynı şekilde Buzul Çağı Avrupa’sındaki Neandertallerin de muhtemelen yağ ve kimüs destekli bir diyetle beslendiğini iddia ediyor.

Kuzey Avrupa Neandertal yerleşimlerinde bulunan çok sayıda hayvan kemiği – genellikle açgözlü et yiyicilerin kalıntıları olarak görülür – bunun yerine günlük kalori ihtiyacını karşılayacak kadar yağ elde etmek için hayvanların aşırı avlanmasını yansıtıyor olabilir. Etnografik çalışmalar, yabani av hayvanlarının tipik olarak vücut yağ oranının düşük olması nedeniyle, günümüzde ve son birkaç yüzyılda kuzeyli avcı gruplarının sıklıkla avlarını çok sayıda öldürdüğünü, leşlerdeki yağsız etin çoğunu attığını ya da köpeklerine yedirdiğini gösteriyor. 

Speth, eğer Neandertaller de bu yöntemi izlediyse, çürümüş yiyecekler yemelerinin kemiklerinin neden etobur benzeri bir nitrojen izi taşıdığını açıklayabileceğini öne sürüyor. Knoxville’deki Tennessee Üniversitesi’nin Body Farm adlı araştırma tesisinde tutulan çürümekte olan insan bedenleri üzerinde yapılan yayınlanmamış bir çalışma bu olasılığı test etti. Şu anda Batı Lafayette’teki Purdue Üniversitesi’nde çalışan biyolojik antropolog Melanie Beasley, yaklaşık altı ay boyunca düzenli olarak örneklenen 10 cesette orta derecede yüksek doku nitrojen seviyeleri buldu. Bu cesetlerden alınan dokular, Neandertaller tarafından tüketilen hayvan etinin yerine geçiyordu. İnsan eti, örneğin ren geyiği ya da fil cesetleri için kusurlu bir ikamedir. Ancak Beasley’in bulguları, çürümenin bir dizi hayvan üzerindeki etkilerinin araştırılması gerektiğini gösteriyor. İlginç bir şekilde, çürüyen dokudaki kurtçukların aşırı derecede yüksek nitrojen seviyeleri gösterdiğini de tespit etti. 

George Washington Üniversitesi’nden Paleobiyolog Kimberly Foecke de Taş Devri canlılarının diyetlerine yaklaşmak için hormon veya antibiyotik verilmeden beslenen hayvanların çürüyen, kurtçuksuz sığır etlerinde yüksek nitrojen seviyeleri buldu.

Speth, birkaç yüz yıl önce kutup avcılarının yaptığı gibi, Neandertallerin de çürümüş et ve kurtçuklarla süslenmiş balık yemiş olabileceğini söylüyor. Bu da Neandertal fosillerindeki yüksek nitrojen seviyelerini açıklıyor. 

Ancak Neandertallerin yemek yeme alışkanlıkları tam olarak anlaşılabilmiş değil. Neandertallerin büyük av hayvanları tükettiğine dair alışılmadık derecede kapsamlı kanıtlar, kuzey Almanya’da Neumark-Nord adı verilen yaklaşık 125.000 yıllık bir alandaki fosil kalıntılarının yeni bir analizinden geldi. Almanya’daki Mainz Johannes Gutenberg Üniversitesi’nden arkeolog Sabine Gaudzinski-Windheuser ve meslektaşları, Neandertallerin periyodik olarak 13 metrik tona kadar ağırlığa sahip düz dişli filleri avladıklarını söylüyor. 

Science Advances dergisinde yayımlanan bir çalışmada araştırmacılar, Neandertallerin kamp ateşi yaktığı ve barınaklar inşa ettiği eski bir göl havzasının yakınındaki 27 noktadan en az 57 filin kemikleri üzerindeki taş alet kesiklerinin desenlerini analiz etti. Kanıtlar, Neandertal kasaplarının tıpkı eskimo avcıları gibi deri altındaki yağ birikintilerini ve dil, iç organlar, beyin ve ayaklardaki kalın yağ tabakaları gibi yağlı vücut parçalarını çıkardığını gösteriyor. Araştırmacılar, fillerden elde edilen yağsız etin, tavşan açlığından kaçınmak için daha küçük miktarlarda yenmiş olabileceğini savunuyor. 

Speth, Neandertallerin fil etini pişirip pişirmediklerini ya da besleyici yağı çıkarmak için kemikleri kaynatıp kaynatmadıklarını incelemek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. Speth, sadece çürümüş et ve yağ tüketmekle kalmayıp aynı zamanda hayvan parçalarını ateşte ısıtabilen hominidler için yemek zamanı seçeneklerinin genişlemiş olacağından şüpheleniyor.

Gaudzinski-Windheuser, filleri avlayan Neandertallerin önemli enerji gereksinimlerini karşılamak için çeşitli bitkiler de yemiş olmaları gerektiğini söylüyor. Ancak şimdiye kadar Neumark-Nord’da sadece yanmış fındık, meşe palamudu ve karaçalı eriği parçaları bulundu. 

C: Emile Holmewood

Neandertaller muhtemelen karbonhidrat yüklüydü 

Neandertallerin bitki tercihlerine dair daha iyi kanıtlar sıcak Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerindeki yerleşimlerden geliyor. İspanya kıyılarındaki bir alanda Neandertaller muhtemelen çeşitli bitkilerin meyvelerini, kabuklu yemişlerini ve tohumlarını yemişti.

İskoçya’daki Glasgow Üniversitesi’nden arkeolog Karen Hardy, Neandertallerin farklı ortamlarda çok sayıda nişastalı bitki tüketmiş olması gerektiğini savunuyor. Taş Devri kuzey Avrupa ve Asya bölgelerinde bile, yumru kökler gibi yeraltında yetişen nişasta bakımından zengin uzantılara sahip bitkiler bulunuyordu. 

Neandertaller nişastalı karbonhidratları birçok ağacın yenilebilir iç kabuğundan ve kıyı şeridindeki deniz yosunlarından da elde etmiş olabilirler. Hardy, Speth’in önerdiği gibi pişirmenin bitkilerin besin değerini büyük ölçüde artıracağını söylüyor. Neumark-Nord’dakiler gibi Neandertaller taze fil kalıntılarından topladıklarını pişirmiş olsalar da, çürümüş et ve yağ için aynı şey geçerli değildi.

Neandertallerin bitkilerle beslendiğine dair doğrudan kanıtlar var. Hardy, Neandertal dişlerindeki tartarlarda yenilebilir ve şifalı bitkilerin mikroskobik kalıntılarının bulunduğunu söylüyor. 

Hardy, 2022 tarihli Journal of Human Evolution’da karbonhidrat kaynaklı enerjinin hem Neandertaller hem de erken Homo sapiensler için büyük beyinlerin korunmasına, yorucu fiziksel aktivitelere olanak sağlamasına ve sağlıklı hamileliklere yardımcı olduğu sonucuna varıyor. (Araştırmacılar, yaklaşık 400.000 ila 40.000 yıl önce yaşamış olan Neandertallerin Homo sapiens’in bir varyantı mı yoksa ayrı bir tür mü olduğu konusunda hemfikir değiller). 

C: Emile Holmewood

Paleo mutfak lezzetliydi 

Hardy gibi Speth de bitkilerin Taş Devri insanlarının ihtiyaç duyduğu enerji ve besin maddelerinin büyük bir kısmını sağladığından şüpheleniyor. Speth’e göre bitkiler, avlanan ya da leş olarak toplanan et ve yağa kıyasla daha öngörülebilir ve hazır bir besin kaynağını temsil ediyordu. 

Hardy, bitkilerin ayrıca Neandertallere ve diyetleri muhtemelen Neandertallerden önemli ölçüde farklı olmayan antik Homo sapienslere damak tatlarını esnetme ve keskin yemekler pişirme şansı sunduğunu söylüyor. 

Yeni bir araştırma, Paleolitik bitki yemeklerinin, temel yemeklere belirli tatlar katmayı amaçlayan önceden planlanmış adımlar içerdiğini gösteriyor. En azından bazı yerlerde, Taş Devri insanları görünüşe göre sadece karınlarını doyurmak için değil, hoş tatlar deneyimlemek için yemek pişiriyorlardı. Mikroskobik analizler, Irak’taki Shanidar Mağarası ve Yunanistan’daki Franchthi Mağarası’nda bulunan kömürleşmiş bitkisel gıda parçalarının, muhtemelen nişastalı bezelye türlerine ait ezilmiş bakliyat tohumları ile keskin ve biraz acı bir tat veren yabani bitkilerden oluştuğunu gösteriyor. 

İngiltere’deki Liverpool Üniversitesi’nden arkeobotanikçi Ceren Kabukçu ve meslektaşlarının geçtiğimiz Kasım ayında Antiquity’de bildirdiğine göre, eklenen malzemeler arasında yabani hardal, yabani badem, yabani fıstık ve böğürtlen gibi meyveler bulunuyordu. 

Dört Shanidar yiyecek parçası yaklaşık 40.000 yıl öncesine veya daha öncesine tarihleniyor ve Homo sapiens’e atfedilen taş aletleri içeren tabakadan geldi. Muhtemelen pişmiş bir Neandertal yemeğine ait olan bir başka yiyecek parçası ise 70.000 ila 75.000 yıl öncesine tarihleniyor. Shanidar Mağarası’nda bulunan Neandertal fosilleri de yaklaşık 70.000 yaşında. Kabukçu, Shanidar Neandertallerinin pişmiş bitkisel gıdaları Shanidar Homo sapienslerinden önce baharatlandırdığının anlaşıldığını söylüyor.

Franchthi yiyecek kalıntıları, Homo sapiens’in orada yaşadığı 13.100 ila 11.400 yıl öncesine tarihleniyor. Her iki mağaradaki yiyeceklerde bulunan yabani bakliyatlar, tohumlardaki zehirleri seyreltmek ve acılarını hafifletmek için bir yol olan ıslatıldıklarına dair mikroskobik işaretler gösteriyor. 

Kabukçu’nun ekibinde yer almayan Hardy, bu yeni bulguların “mutfağın ya da farklı malzemelerin zevk için bir araya getirilmesinin gerçekten de çok uzun bir geçmişi olduğunu düşündürdüğünü” söylüyor. 

Orijinal Paleo diyetlerinin, bugün birçok toplumda insanların iğrenç et ve yağ porsiyonları olarak gördükleri şeyleri, hala çekici görünen vejetaryen yemeklerle karıştırmış olma ihtimalinde büyük bir ironi var. 


Science News. Bruce Bower. 29 Mart 2023.

Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Tarih bölümü mezunu. Antik Çağ Tarihinde yüksek lisans yapıyor.

You must be logged in to post a comment Login