Su, doğa tarihinin başlangıçından beri yer kürede bulunuyor ve insanlık tarihinin başından beri hayati önem taşıyor.
Tüm canlılar gibi insan da suya her anlamda muhtaç ve su, biz insanların tarihinin başından beri kullandığımız bir kaynak.
Dünyanın dört bir yanında var olmuş bütün topluluklar suyun varlığına paralel olarak bulundukları bölgelerde yerleştiler. Yerleşikliğe geçişimizin temelinde de su bulunmaktaydı. İlk yerleşik topluluklar su kaynaklarına yakın yerlerde var oldu ve suyun kullanımı bu toplulukları varlık ve yokluk boyutunda etkiledi.
Suyun kuşku götürmez önemi düşünüldüğünde, ilk uygarlıkların ortaya çıkışında çok önemli bir rol oynadığı da kesin. İlk kentler Güney Mezopotamya’da kuruldu; yani binlerce bireyin bir düzen ve karmaşa içerisinde yaşamaya başladığı ilk kentler, kaynaklar ve bu kaynakların sınırları çok belirgin olan bir bölgede ortaya çıktı.
Bu ilk kentler büyük toplulukların büyük mimari planlar, yapılar, yönetim biçimleri ve benzeri diğer birçok verinin ve teknolojinin bir toplamı olarak olarak ortaya çıktı. Ancak kuşkusuz kentleri yaratan bu unsurlar içinde hidrolik mühendislik kenti yaratan en önemli etmenlerden biri. Su, kalabalık toplulukların bir arada yaşayabilmesinin temel koşullarından biri. Sürekli genişleyen, kaynak tüketen ve ihtiyaçlarını karşılamak durumunda olan kentler suya muhtaç, ancak ilk kentlerin nüfusu, yapısı, çevresel koşulları, sosyal organizasyonları, beslenme alışkanlıkları gibi konular düşünüldüğünde suyun tek başına varlığı da yetmiyor. Hidrolik mühendislik olmadan bu ilk kentler istikrar içinde yaşamayacak ve olasılıkla içinde bulunduğumuz kültür çok farklı bir yapıda şekillenecekti.
Bu nedenle suyun kontrolünün tarihi, kültür tarihimizin en önemli şekillendiricilerinden biri ve hala su, Orta Doğu’da yani ilk kentlerin doğduğu bu topraklarda kültürleri, toplulukları ve tarihleri etrafında şekillendiriyor.
Suyun kontrolü
Baraj demek pek doğru olmasa da, ilk su tutma işlevi amacıyla yapılmış olan yapı, bugün Orta Doğu’nun kurak bölgelerinde “Çanak Çömleksiz Neolitik” dönemin B evresi olarak bilinen tarih aralığında ortaya çıktı.
Ürdün’ün güneyinde Suudi Arabistan sınırında bulunan El-Cefr çöküntüsünde yapılan kazılarda oldukça kurak bir iklim koşulları içerisindeki bölgede hayvancılık odaklı yayla kültürünü sürdüren toplulukların mevsimsel olarak gelip gittiği küçük bir Neolitik köyde “V” şeklinde duvarlara sahip olan yapılar ortaya çıkarıldı. Hesaplamalar doğrultusunda 60 metreküp kadar su tutabildiği anlaşılan bu “baraj”, sel suyunun toplanması ile ilgili elde ettiğimiz bilinen en erken kanıt olma özelliğini taşıyor.
Bilinen ilk kuyular ise El-Cefr bölgesindeki köyün aksine, su kaynakları pek de kısıtlı olmayan bir bölgede ortaya çıktı. Levant’ın batısında bulunan Kıbrıs adasında yapılan çalışmalarda özellikle su altında kalmış olan kıyı bölgesi yerleşimlerinde bazı kuyular bulundu ancak kuyuların yegâne işlevinin su depolamak olmadığını gösteren bazı kalıntılar da mevcut. Tabi bu kuyular su kontrolünün en erken örneklerinden biri olarak Orta Doğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasındaki Neolitik yaşam hakkında oldukça önemli bir veri.
Peki ya Neolitik dönemde ilk sabit örneklerini gördüğümüz su kontrolü anlayışı, Neolitik denilen ve tarımcı köy topluluklarının erken örneklerini de içine alan bu dönemde tarım için bir ön koşul muydu? Tarım için sulama kuşkusuz ön koşul, ancak bu sulamanın insan eliyle yapılmış olması gibi bir zorunluluk yok. Çünkü erken kültüre alınan bitkilerin çoğu uygun doğal şartların olduğu yani yıllık yağış miktarı kuru tarım olarak adlandırılan sulamaya gerek duymadan yapılan tarıma oldukça uygun bölgelerdi. Nitekim erken tarım alanları olarak bildiğimiz Yukarı Mezopatamya’da Toros etekleri veya Levant gibi bölgelerde bahsedilen kuru tarım koşulları Holosen başından beri mevcuttu.
Neolitik dönemden sonra
Neolitik sonrası tarımın iyice yaygınlaştığı Kalkolitik döneme geldiğimizde ise topluluklar için besin ekonomisi, yaşam standartları veya yaşam alışkanlıkları büyük bir sıçrama yaşamamıştı. Neolitik gelenek devam ediyor, tarımın yanında avcılık ve hayvancılık her zaman olduğu gibi ana geçim kaynaklarını oluşturuyordu. Aslında sıçrama ve daha sonrasında gelecek olan kentleşme, yeni bir teknolojik gelişme ile olacaktı. Ancak bu sıçrama istikrarlı bir şekilde doğa tarafından sulanan bölgelerde değil, bu bölgelerin aşağısında Güney Mezopotamya’da gerçekleşecekti.
MÖ 5. ila 6. binyıl civarlarında ortaya çıkan Obeyd olarak adlandırılan ve Mezopotamya’nın neredeyse tümüne yayılmış olan kültür döneminde yeni bir gelişme ortaya çıktı. Obeyd döneminde Mezopotamya’da ilk sulama sistemi geliştirildi. Choga Mami isimli yerleşimde bulunan sulama kalıntıları, aslında tarihin ilk uygarlığı olan Sümer İmparatorluğunun temel taşlarından biri anlamınada geliyordu. Zagros eteklerinde, Bağdat yakınlarında bulunan bu yerleşim, Oates’in tabiri ile Kuzey’in doğaya bağımlı erken tarım yerleşimleri ile Güney’in geniş ölçekli sulama sistemlerine dayanan Obeyd ekonomisinin gelişimi arasında kalan bir aşamayı temsil etmekteydi.
Obeyd’in geç dönemlerinde yaklaşık MÖ 3.900 civarında birkaç yüzyıl içinde Güney Mezopotamya’da ortaya çıkacak olan gelişmelerin merkezinde de Obeyd kültür döneminde ortaya çıkan yeni gelişmeler yatacaktı. Sulama sayesinde sağlanan tarımsal istikrar ve dahasında yoğun sulamanın yarattığı yoğun kaynak gelişimi, kültür ve diğer verilerle beraber inanılmaz yükselişe geçişe ön ayak oldu. Tarım faaliyetinden elde edilen fazla ürünün geri dönüşü, bunun etrafında şekillenen diğer kültürel atılımlar, tarihinin ilk uygarlığı olan Sümer uygarlığını ortaya çıkarmıştı. Ancak suyun kontrolü, tarihi başlatan Sümer için bu kadar önemliyken, bununla beraber suyun kontrolsüz kullanımı bu yüksek uygarlığın çöküşü için de önemli bir faktör olmuş olabilir miydi?
Pek çok tezi ve antitezi olan bu teorinin kesin olarak çöküşün ana etmeni olduğunu söylemek güç, ancak Sümer’in çöküşü belgesel kayıtlarda iç ve dış çatışmalar ile özetleniyor. Besin, yaşanmış olabilecek istikrarsızlık, bahsedilen çatışmalara kaynaklık etmiş olabilir. Bununla beraber doğruluk payı ne olursa olsun, yoğun sulama sonucunda Fırat ve Diclenin taşıdığı minarallerin tarım arazilerinde tuzlanmaya yol açmış olması ve tarımsal faaliyeti durdurma noktasına getirmiş olabileceği, çöküş sürecinin bir halkası olarak oldukça muhtemel bir senaryo sunuyor.
Suya dair mitler
Mezopotamya tarihi boyunca suyun önemi asla bitmedi, Sümerlilerden sonra Akad, Asur, Babil ve nicesi için suyun kontrolü kuşkusuz en kritik konulardan biriydi. Kontrolsüz sular dünyayı sel altında bırakmaktaydı. Mitler suyun kontrolsüz olduğunda kıyamete denk geldiğini anlatıyor.
Nuh Tufanı olarak bilinen mit, suyun kontrol edilemediği büyük bir sele dayandırılmış bir mitos ve bugünün tüm semavi inançları için kaçınılmaz bir gerçeklik. Ya da tarihin en büyük fenomenlerinden biri olan Babil’in Asma Bahçelerini düşünelim ve onun eşsiz görsellerini aklımıza getirelim. Bu görkemli yapının ve bahçelerin, suyun kontrollü kullanımı ve mükemmel bir dağılım sistemi olmaksızın var olmuş olması imkansız. Gerçek ne olursa olsun, bu mükemmel mimari yapı aslında bir anıt olmanın ötesinde mükemmel bir hidrolik mühendislik örneğini teşkil ediyordu.
Palmira Antik Kenti
Fenomenlerden ve mitlerden uzaklaştığımızda karşımızda suyun bu coğrafyada nasıl bir etkisi olduğunu gösteren mükemmel bir örnek daha bulunuyor. Bugün Suriye çölü civarlarında bulunan ve yok olma tehlikesi altında olan bölgenin en güçlü antik şehirlerinden biri Palmira.
Palmira, Doğu ile Batı arasındaki ticaretin merkez noktalarından biri ve oldukça önemli bir antik dini merkez. Ancak tüm bu özelliklerine rağmen Palmira hemen hemen bir çölün ortasında bulunmakta ve nüfusu en gelişkin döneminde yaklaşık 100.000 kişiyi bulan bir kent. Bu dev kenti beslemek nasıl mümkün olabildi? İlk bakışta Palmira tek bir su kaynağına muhtaçmış gibi dursa da, kentin büyüklüğü düşünüldüğünde bu kaynağın tüm bir şehir için yeterli olamayacağı da ortada. Soru basit; en temel kaynak olan su bu kadar az ise, Palmira nasıl büyüdü?
Yapılan arkeolojik çalışmalar suyun bu dev kente nasıl taşındığı ve şehrin bu su ile nasıl beslendiğini ortaya koyuyor. Yapılan çalışmalarda Palmira kentinin etrafında bulunan irili ufaklı neredeyse tüm su kaynaklarını şehire aktardığı anlaşılıyor. Şehir, tek bir kaynaktan besleniyor gibi gözükse de etrafında 40 kilometrelik bir alandaki hemen hemen tüm su kaynaklarını kullandığı biliniyor. Etrafında bulunan ona bağlı köylerde yetişen besinler ile besleniyordu ve ticaret aktiviteleri ile gelişiyordu. Suyun olmadığı bir yerde, bugün bile suya erişimin kısıtlı olduğu bir bölgede nasıl büyük bir kent kurulabileceği ve antik dünyanın en görkemli kentlerinden birinin var olabileceğinin en güzel örneklerinden biri.
Günümüz
Bugün’e geldiğimizde bahsettiğimiz tüm bu tarihin yaşandığı Mezopotamya ve Levant bölgesinde suyun kontrolü hala toplulukların hayatını şekillendiriyor. Suriye’de devam eden iç savaşın öncesinde yaşanan çatışmaların ilk tohumları 2005 ve 2006 yılında gerçekleşen kuraklık ile olmuştu. Suriye’nin güneyinde tarım şehirlerinde yaşanan yoğun kuraklık sonucu yetiştiricilerin artık ekim yapamaz olması ve yoğun bir şekilde kuzeyde merkezlere doğru göç etmesi sonucunda çok kötü şartlarda yaşamaya mahkum kitleler, hükümet ve rejim karşıtı gösterilere başlamıştı. Besin ve yaşam konusundaki istikrarsızlık sonrasında çoğunluğu savaşmaya hazır genç tarımcı bireyler hükümete karşı sert bir ayaklanmaya kalkıştığında bu durumun bir iç savaşa dönüşmesi uzun sürmedi.
Tarihin en acımasız terörist gruplarından biri olan IŞİD de suyun bölge için ne kadar önemli olduğunun farkındaydı ve inançları doğrultusunda “kafirlerin” sonunun bir sel ile geleceğini düşünüyor. Bununla beraber IŞİD suyun kontrolünü elinde tutmak için suya erişimi olan tüm kentleri eline geçirmeye çalışmıştı. İlk hedefleri genellikle Fırat kenarında bulunan yerleşimler olmuştu. Daha sonrasında Kuzey Irak’taki en büyük barajlardan biri olan Musul barajını ele geçirmesi, suyu kontrol altında tutma isteğinin en önemli örneklerinden biri. Suyu kontrol altında tuttuklarında hem “kafirler” için kıyametin düğmesini ellerinde tutuyorlar, hem de suya bağımlı yerel köyleri ve şehirleri de kolayca etkisi altına alabiliyorlardı.
Suyun önemine dair bir başka güncel örnek ise Doğu Akdeniz kıyılarında yaşanıyor. Filistin topraklarında bir şekilde devlet kuran İsrail, suyun önemini en iyi bilen devletlerden biri. 60’larda yaşanan 6 gün savaşlarında İsrail’in en büyük kazanımı Ürdün vadisinin su kaynaklarının çıktığı Golan tepelerini ele geçirmesi olmuştu. Nitekim bu su kaynaklarını kendi kontrolü altına alması ardından gelişim bu çerçevede ilerledi. Senelerce Batı Şeria ve Gazze’de devam eden kuşatma ve işgal hareketlerinin ortasında da su önemli bir noktada durmaktaydı. Kısıtlı su kaynaklarına sahip bölgede en önemli temiz su kaynağı akifer olarak bilinen yeraltı sularından sağlanıyor. İsrail ise Gazze haricindeki tüm Filistin topraklarında bu akiferlerin kontrolünü elinde tutuyor. Aynı zamanda işgal hareketinin bir ayağı olan yerleşim bölgelerine ilgi çekmek için bu yeni yerleşim alanlarında suyun akışını serbest bırakırken, tarımcı Arap köylerine suyu yüksek meblağlar ile satıyor.
Tüm bu tarih düşünüldüğünde suyun kontrolü bölge için ilk yerleşik topluluklardan başlayarak bugüne kadar en kritik konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Toplulukları var etmekte ve onları yok etmekte olan su, giderek bozulan iklim dengesi ve çevresel faktörler düşünüldüğünde bölge için çatışmanın da ana faktörü olacak gibi duruyor.
Beynimizin Bu Kadar Büyümesinin Nedeni Bağırsaklarımız Olabilir
Göbeklitepe Aslında Ne Anlatıyor? Kimler, Neden, Nasıl Yaptı?
Göbeklitepe Aslında Ne Anlatıyor? Kimler, Neden, Nasıl Yaptı?
Afyon’da Homo erectus ve Neandertal İzleri: Yavuz Aydın Röportajı
Afyon’da Homo erectus ve Neandertal İzleri: Yavuz Aydın Röportajı
You must be logged in to post a comment Login