Prof Dr Hadi Özbal, Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor. Benim de Barcın Höyük kazılarında tanıştığım Hadi Hoca, Türkiye’de arkeometrinin öncülerinden. Kendisiyle Türkiye’deki arkeometri çalışmaları, ve kendisinin şu anki çalışma konusu olan Tarihöncesinde Süt Tüketimi üzerine röportaj yaptık.
1980li yıllarda ben Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü’nde görevliydim. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Bahadır Alkım hocamız, üniversitemizde Arkeoloji dersileri veriyordu ve ben de dinleyici olarak bu derslere katılıyordum. Birgün ofisimde bana uzun zamandır kazı yaptığı İkiztepe’yi anlattı ve bu kazılarda bulunan bir ok ucu ve bir mızrak ucu gösterdi. Bu örneklerin analizlerini yapıp yapamayacağımı sordu. Ben organik kimyacıydım, metallerle hiç uğraşmamıştım ve heyecanla analizleri yapmaya başladım. Bu analizlerden çok ilginç sonuçlar çıktı ve örneklerin arsenik içeren bakırdan yapıldığı anlaşıldı. Bu benim arkeometriye ilk adımım oldu.
79 yıllında Tübitak bünyesinde ve ODTÜ katkıları ile bir Arkeometri ünitesi kuruldu. Bu ünite, hepsine Allah rahmet eylesin, çok değerli 3 arkeologun: Bahadır Alkım, Halet Çambel ve Ufuk Esin hocalarımızın öncülüğü ile kuruldu. Çalışmalar üç hocamızın kazılarına odaklandı. Buna göre Bahadır Alkım’ın kazdığı İkiztepe, Halet Çambel’in kazıdığı Çayönü ve Ufuk Esin’in kazdığı Tülintepe ve Değirmentepe’nin çeşitli malzemelerini çalıştık ve her Mayıs ayında ODTÜ’de toplanarak sonuçları tartıştık. Bu topluluğun nüvesini teşkil eden çeşitli bilim dallarında çalışan akademisyenleri de belitmek isterim: Yeter Göksu, Olcay Birgül, Zehra Yeğingıl, Mehmet Özdoğan, Selim Kapur, Şeref Kunç, Mehmet, Raif Güler, Emine Caner, Naif Türetken ve Mustafa Özdoğan.
Ünite çalışmaları Tübitak’ın katkıları ile 6 yıl ülkemizde arkeometri kavramının belirlenmesinde öncülük etti. O üniteden sonra arkeometri duyulmaya ve benimsenmeye başladı. 1985 yılında Kültür Bakanlığı’nın her sene düzenlediği, Kazı Sonuçları Sempozyumu bünyesinde Arkeometri Sempozyumu da yapıldı.
Öyle bir dönemde bu mefhumun oluşmasının nedeni bu üç hocaydı, arkeometri onlara borçlu. Böyle bir mefhumu ortaya koymaları ve canı gönülden desteklemeleri çok ileri görüşlüydü.
İkiztepe ile başlayan arkeometri çalışmalarım giderek arttı. O yıllarda antik Anadolu Madenciliği üzerine çalışmalar yaptık. Özellikle Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Aslıhan Yener ile birlikte ses getiren iki projemiz oldu: Tunç Çağının kalay kaynağının belirlenmesini sağlayan Kestel/Göltepe Projesi ve kurşun izotopu analizleri ile İlk Tunç Çağı gümüş ticareti projesi.
Antik Anadolu madenciliği ile ilgili olarak MTA ile birlikte Anadolu’nun cevher kaynaklarının belirlenmesi ve Hacınebi, Atchane, Tilbeş, Tarsus Gözlükule, Mersin, Gedikli, Acemhöyük gibi birçok antik yerleşimlerdeki metal bulgularla ilgili çalışmalar yaptım. Son çalışmam ise Kırklareli Demirköy’de bulunan ve Osmanlı Dönemi’nden kalan bir demir dökümhanesinde çok geniş bir araştırıcı grubu ile yaptığımız kapsamlı projedir.
Fokke Gerritsen ve Rana Özbal hocanın sürdürdüğü Barcın Höyük kazılarında Neolitik Dönem tarihlendiğinden, buradan metal bulabileceğimi sanmıyordum. Bunun üzerine oturup ne yapabiliriz diye düşündük. Sonunda burada çıkan seramiklerde organik kalıntı analizleri yapmaya karar verdik ve bir organik kimyacı olarak kendi bilim alanıma tekrar döndüm diyebilirim. Barcın’daki çömleklerde organik kalıntı analizleriyle başladık. 10 sene içerisinde farklı bölgelerdeki Neolitik yerleşimlerden sağlanan çömlek örnekleri ile çalışmanın boyutları bir hayli genişledi.
Kimya Bolümü’nde 25 yıldır arkeometri dersleri veriyorum. Üniversitenin birçok bölümünden öğrenciler seçmeli ders olarak arkeometri derslerime katılıyorlar. Ayrıca yaptığım araştırmalar kapsamında yüksek lisans ve doktora öğrencilerim oldu. Bu konuda hemen her şey beni çok ilgilendiriyor, inanılmaz ilginç yöntemlerle aklın almayacağı bir takım rivayetlerin ve mitlerin yanlış olduğunu ortaya çıkarabiliyorsunuz.
Arkeologlar kazılarda buldukları metal eserler hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak isterler. Arkeometri yardımıyla eserin yaşını, kompozisyonunu yani oluştuğu elementlerin niteliği ve niceliğini, metalin üretiminde kullanılan cevherin kaynağını, eserin döküm veya çekiçleme gibi hangi yöntemle üretildiğini öğrenmek isterler. Eserin bulunduğu mekanda üretilip üretilmediği, ya da ticaret yolu ile başka bir yerden geldiğinin belirlenmesi o dönemin ticaret ilişkilerinin temelini oluşturur.
Organik kalıntı analizi uzun süredir tartışılan bazı önemli konuların kesin olarak belirlenmesini sağlayabilir. Örneğin, atların varlığı ve tarih boyunca insanlara sağladığı yararları gösteren birçok bulgu var ancak ne zaman evcilleştirildiği konusu hep tartışma konusu oldu. Şimdi organik kalıntı analizinin babası diyebileceğimiz bir araştırmacı, Kazakistan’da MÖ. 3500 yılına tarihlenmiş bir çömlekte at sütü kalıntısı buldu. Vahşi atların sütü sağılamayacağına göre, demek ki Kazakistan’da kesin olarak 5500 sene önce evcil atlar varmış. Böyle birşeyi çözebildiğiniz takdirde, bundan daha keyifli bir şey düşünemiyorum.
Neolitik dönemde hayvanların evcilleştirilmesi ve insanların beslenme alışkanlıkları üzerinde araştırmalar yapıyorum. Hayvan evcilleştirmesinin Güney Doğu’da Bereketli Hilal’den Batı’ya doğru yayılması genellikle kazılardan elde edilen hayvan kemiklerinin incelenmesi ile yapılır. Bu zooarkeolojik incelemeleri benim yaptığım organik kalıntı analiziyle birleştirince çok iyi sonuçlar ortaya çıkıyor. Çünkü çömleklerde kalan organik kalıntı analizleri ile o çömlekte pişirilen veya depolanan besin maddesini tanımlamak mümkün olmaktadır. Özellikle çömlekteki yağların analizi ile koyun, keçi, sığır ve domuz gibi hangi hayvan eti pişirildiği belirleniyor. Hayvanların Orta Doğu’dan, Balkanlara geçişlerini, hangi bölgelerde hangi evcil ve yabani hayvanların olduğunu, bunların hangi oranlarda yerleşimlerde tüketildiğini araştırmak için zooarkeolojik analiz yanında organik kalıntı analizi yapmak çok yararlı.
Bitkisel yağ çok az miktarda görülebiliyor, %1 bile olmuyor. Onun için özel, ayrı analizler yapmak gerekir. Yağların niteliği de önemli. Hayvansal yağların yani doymuş yağların, bitkisel yağlara göre bozulma şansı daha az. Hayvansal yağlar niteliklerini daha uzun süre koruyorlar.
Test edilen organik kalıntılar çok genişletilebilir. Mesela deniz mahsülleri: deniz kenarı yerleşimlerindeki çömleklerde deniz ürünlerini belirleyebilecek bazı bileşikleri görmek mümkün. Ayrıca protein tüketimini belirlemek amacı ile insan kemiğinden ayrıştırılan kolajenin azot ve karbon izotopları saptanıyor ve oldukça doğru yorumlar yapılmakta. Balmumu analizleri de yapılıyor mesela. O zaman arıcılık yaptıklarını anlıyorlar.
Evet çoğunu ben yaptım. Bunların analizi inanamayacak kadar meşakkatli. Artık biraz seçerek yapmaya çalışıyorum. Bu analizleri Türkiye’de sadece ben yapıyorum. Hatta Bulgaristan’dan Yabalkovo’dan gelen örnekleri de analiz ettim. Burada da süt çıktı ama daha geç dönem.
Ben emekli olduğum için bunları proje olarak verebileceğim öğrenciler yok. Yüksek lisans, doktora tezi olarak veremiyorum. Lisans öğrencileri son sınıf bitirme tezi kapsamında yardım ediyorlar, fakat onlar da çok fazla zaman veremiyorlar. Onun dışında başka yardım almıyorum.
Ama şanslıyım, Boğaziçi Üniversitesi’nin emekli olmuş birine böyle tam teşekküllü bir laboratuvar vermesini takdirle karşılıyorum. Derslerimi de verebiliyorum. Bu analizleri başka bir yerde yapmam mümkün değil o yüzden bu laboratuvar olmasaydı bu nitelikte projeler sonlanırdı. Ama hala araştırmamı yapmama izin verdikleri için şükran borçluyum. Biraz kısıtlı oluyor, emekli olduğum için proje yazıp okuldan mali destek alamıyorum, ancak bir şekilde çalışmaları sürdürebiliyoruz.
Evet istiyor. Ama benim bu kadar zamanım yok ve seçerek yapıyorum. Başka ülkeye de gönderemiyorlar, başka ülkeden de bana yapar mısın diye soruyorlar. Bu örnekler sürekli bana geliyor. Yakın zamanda yine farklı kazılardan örnekler geldi, ben de bunları yapmamın mümkün olmadığını söyledim. Çok dikkat gerektiren bir analiz.
Hocalara “bana öğrencilerinizi asistanlarınızı gönderin ben onları eğiteyim, gelsinler laboratuvarda analizleri yapsınlar” önerisi yapıyorum. Ben sonuçları çıkarırım ama asıl örneklerin hazırlanması çok zaman istiyor. Fakat üniversitelerde öncelikli olarak arkeolojik problemlerle uğraşıyorlar, maalesef bu nitelikte analizler geri kalıyor. Şimdi yeni bir yöntem gelişti. Daha çabuk bir analiz yönemi, umarım o uygulamayla biraz daha fazla örnek bakabiliriz.
Şu sırada özellikle süt tüketimi üstünde çalışıyorum. Hayvanların evcilleştirilmesinin esas amacı etinin tüketilmesi olarak bilinir. Ancak evcil hayvanların ikincil ürünü olarak bilinen süt, yün ve gücünün evcilleştirmeden 2-3 bin sene sonra ekonomik değer kazandığı arkeologlar arasında genel görüştü. İkincil üründen sütün bu kadar geç tüketilmeye başlamasının nedeni olarak insanların sütteki laktoz şekerini hazmedememesi ileri sürülüyordu. Ancak 2008 yılında Bristol Üniversitesi’den Richard Evershed çömleklerde kalan yağların niteliğini belirleyebilecek yöntemi buldu. Güney Anadolu, Orta Anadolu, Marmara Bölgesi ve Balkanlardaki Neolitik yerleşimlerden topladığı 2 bir çömleğin analizlerini yaptı ve bunlarda süt yağları saptayabildi. Evershed, M.Ö. 8. binyılda sığır, koyun ve keçi evcilleştirildikten hemen sonra, insanların sütü veya süt ürünlerini tüketebildiğini belirledi.
Analizlere göre, hayvanların ilk evcilleştiği Bereketli Hilal’de elde edilen çömleklerde süt tüketimi ile ilgili pek bulgu yok. Neolitik Orta Anadolu yerleşimlerinden elde edilen çömleklerde de süt tüketimi ile ilgili bulgular çok az. Balkanlar’da ve Yunanistan’da süt yok. Bunlar aşağı yukarı çağdaş dönemler. Ancak hayvanların evcilleştirilmesinden nerdeyse 1500 sene sonra, Barcın höyük gibi Marmara Bölgesinde kurulan Neolitik yerleşimlerinde bulunan çömleklerdeki yağların yarısından çoğu süt kökenli.
Bu çok ilginç bir konu. Bu nasıl oluyor? Hayvanların, özellikle sığırın, evcilleştirilip Marmara’ya gelmesi 1500 sene sürüyor aşağı yukarı. Ve Marmara’da süt ve süt ürünleri ilk andan itibaren yoğun ve belirgin olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Ancak sığır, koyun ve keçi kemikleri Anadolu’nun diğer Neolitik yerleşimlerinde de bulunmasına rağmen süt kökenli yağlar çok az. Bu niye böyle oldu? Marmara Bölgesi mutlaka sığırın beslenmesi için elverişli. Ben de bu konuyu araştırıyorum. Eğer bir hayvanın kemiği varsa, bu hayvanla ilgili yağlar çanak çömleğe de yansıyor mu ona bulmaya çalışıyorum.
Evet tabii. Ben çömleklerde organik kalıntılar sığır, koyun ve keçi gibi geviş getiren hayvanlardan mı, domuzun yağı mı ya da süt yağı mı diye ayırabiliyorum. Bu önemli bir konu çünkü Güney Doğu’dan evcilleştirilmiş koyun, keçi, sığır ve domuzun batıya yayılması çok karmaşık ve tam olarak çözümlenememiş bir olay.
Evcilleştirilmenin deniz yoluyla yayılmış olabileceği düşünülüyor. Zooarkeolojik bulgulara göre Güneydoğu Anadolu’da evcilleştirilen sığır, koyun, keçi ve domuzun, Akdeniz ve Ege kıyılarını takip ederek batıya yayıldıkları düşünülüyor. Hayvan kemiklerini inceleyen zooarkeologlar, 1500 yıl içinde, koyun-keçi, sığır, ve domuzun Ege Bölgesi’ne aynı anda geldiğini saptıyorlar. Ayrıca bu göç hareketine deniz yolunun önemli katkıda bulunduğu düşünülüyor. Deniz yolunun kullanıldığının başka kanıtlarını Kıbrıs’ta da görüyoruz. Çok kısa bir süre sonra, MÖ. 8. – 9. Bin yılda dört evcil hayvan (domuz, sığır, keçi-koyun) bir şekilde deniz yoluyla Kıbrıs’ta görülüyor. Buna paralel olarak özellikle koyun ve keçinin İç Anadolu’ya çok erken dönemlerde ulaştığı biliniyor ancak evcil domuz Çatalhöyük’te 2500 sene sonra görülüyor.
Evcil hayvanların göç yolları üzerinde bulunan Neolitik yerleşimlerden elde ettiğim çömleklerde bulunan yağların niteliğini belirlemeye çalışarak bu sürecin zaman ve mekan boyutlarını belirlemeye çalışıyorum.
Çünkü evcil hayvanların tümü İç Anadolu’da, yani kara bağlantısı olan yerlerde bulunmuyor. Bunun aksine evcil hayvanların tümü, denizle gidilebilecek yerlerde bulunuyor.
İç Anadolu’da, örneğin Çatalhöyük’te hiç evcil domuz yok. Domuzun kemiği de yağı da bulunmuyor. 1500 yıl içinde evcilleştirilmiş domuz Ege’ye kadar geliyor, ama Orta Anadolu’da sadece bol miktarda koyun ile keçi ve biraz sığır var.
Evcil hayvanların Orta Anadolu’daki Çatalhöyük’e, Marmara Bölgesi’ndeki Barcın’dan 1000 sene daha erken gelmesine rağmen çok az süt kökenli yağ var. Evcil domuz ise hiç yok. Bir şekilde Orta Anadolu’da domuzu beslememişler. Çatalhöyük’te bolca yabani domuz resimleri var, ama yaşam ortamına kabul etmemişler.
İlginçtir ki İç Anadolu’da bolca bulunan keçi ve koyunun sürüleri günde 20-25 kilometre yol alabilir. Bugün de yaylaya çıkıp 20-25 km gidiyorlar. Ama evcil domuz aynı şekilde, kara yoluyla göç edemiyor. Fakat domuz deniz yoluyla götürülebilir. Bu yüzden evcil domuzun deniz yoluyla yayılmış olabileceği düşünülüyor.
Evet, evcilleştirilmiş hayvanların batıya yayılmasının homojen olmadığını gözleniyor. Böyle bir çeşitliliğin nereden kaynaklandığı araştırılıyor. Mutlaka çevre koşulları belli hayvanların benimsenmesinde önderlik yapmıştır.
ODTÜ’de yapılan yeni bir araştırma da bu evcil hayvanların genetik özellikleri araştırılıyor. Kazılarda bulunan hayvan kemiklerinden DNA elde edilmeye çalışılıyor. DNA özelliklerine bakarak, hayvanlar farklı yerlerde ayrı ayrı mı evcilleştirilmiş, yoksa tek bir yerde evcilleştirilip mi götürülmüş onu inceliyorlar.
Daha önce dediğim gibi, Orta Doğu’da, ilk hayvanların evcilleştiği yerde süt tüketimi ile ilgili bulgular çok az. Orta Anadolu’da ve Balkanlar’da da süt tüketimi pek görülmüyor. Fakat bu bölgelerin arasında bulunan Marmara Bölgesi (Trakya da dahil olmak üzere) Neolitik yerleşimlerden toplanan çömleklerdeki yağların yarısından fazlası süt yağı.
Marmara’da sütün yoğun olması, büyük ihtimalle sığırın varlığından ve sığır için çok elverişli koşulların olmasından kaynaklanıyor. Fakat başka bir nedeni de olmalı çünkü sığır kemiği bulunan başka yerlerde süte pek fazla rastlanmıyor.
Evcil hayvanların batıya yayılmasında izlenen yolun Akdeniz ve Ege Bölgeleri olduğunu zooarkelojik veriler gösteriyor ancak bu bölgelerde bulunan Neolitik yerleşimlerin çömleklerinde organik kalıntı analizi çok kısıtlı. Bu nedenle çalışmamızın önemli bir kısmını Ege ve Güneybatı Anadolu bölgelerine yönlendirmekteyim. Bu bölgelere evcil hayvanlar neredeyse 500 – 1000 yıl önce ulaştılar ve yerel toplulukların süt ve süt ürünleri tüketip tüketmediklerini anlamak çok önemli. Elde ettiğimiz kısıtlı organik kalıntı verilere göre Ege Bölgesinde Ege Gübre Höyükte ve Güneybatı Anadolu’da ise Bademağacı örneklerinde önemli oranda süt yağına rastlandı. Marmara Bölgesine ulaşan ilk çiftçiler ve beraberlerinde getirdikleri evcil hayvanlar belki de bu yolu kullandılar. Ancak kesin bir sonuca ulaşmak için bu toplumların beslenme dışında hemen her türlü yaşam koşullarının uzmanlar tarafından değerlendirilmesi gereklidir.
Barcın höyükte MÖ. 6000 – 6600 senelerine tarihlenen Neolitik yerleşimlerdeki çömleklerde domuz yağı son derecede az. Kazıda evcil domuz kemiğine de rastlanmıyor. Anlaşılacağı gibi biraya gelen ilk topluluklar beraberlerinde domuzu getirmemişler. Ancak Yenikapı kazılarında bulunan Neolitik yerleşimden aldığımız çömleklerin organik kalıntı analizi sonuçları burada süt yağlarının yanı sıra en çok domuz doku yağı gözlendi. Yerleşimin zooarkeoloji çalışmalarını sürdüren uzmanı Canan Çakırlar’ın elde ettiği sonuçlar da yerleşimde çok miktarda evcil domuz kemiği gözlemekte. Yenikapı yerleşiminin MÖ. MÖ 5.- 6. Binyıl yıllarına tarihlendiği ve evcil domuzun bölgeye bu tarihten sonra geldiğini önermek mümkün. Organik kalıntı sonuçları ile zooarkelojik bulguların bu şekilde örtüşmesi önemli.
Bu da asıl önemli sorulardan biri, çünkü bu devir insanları süt şekeri laktozu sindirebilmeleri için gerekli enzimlerin olmadığı düşünülüyor. Bütün memeli hayvanların anne sütünde eksiksiz olarak laktoz bulunuyor. Ancak bebeklerde sütte şekeri laktozu sindirmeye yardımcı olan enzim 3 yaşına kadar salgılanıyor, sonra duruyor ve süt hazmedilemiyor.
Çömleklerde süt yağı bulmamıza rağmen topluluğun taze sütü tüketebildiklerini sanmıyoruz. Yağını alıp tereyağı tüketmiş olabilirler. Peynir ya da yoğurt olarak tüketmiş olabilirler çünkü yoğurt ve peynir üretiminde fermentasyon aşamasında laktozun hidroliz olduğu biliniyor. Bugün dünyadaki insanları % 60 dolayı taze sütü tüketememektedir. Öte yandan Avrupa, Kuzey Amerika gibi bölgelerdeki ise insanlar hiçbir etki görmeden yaşam boyu taze süt tüketebilmektedirler. Genetik bir mutasyon sonucunda insanlar arasında önemli bir farklılık oluşuyor. Avrupa’da LeCHe diye bilinen proje kapsamında insanların ne zaman ilk kez taze sütü tüketebildiklerini araştırılıyor. Neolitik insan kemiklerinden DNA örnekleri alıp laktoz enziminin hayat boyu salgılanması sağlayan DNA mutasyonunu inceliyorlar.
Bugün Avrupa topluluklarında taze süt tüketimi çok yaygın olduğundan bu alışkanlığın Neandertal topluluklardan beri olduğu düşünülmekteydi. Ancak Neandertal insan DNA’sında sütü hazmedebilecek mutasyonun olmadığı anlaşıldı. Bu sonuca göre, bu önemli ayrıcalık Avrupa’ya daha sonra Anadolu ve Trakya üzerinden Avrupa’ya göç eden insanlar tarafından getirildiği anlaşılmakta. İlk bulgulara göre MÖ. 5000 yıllarında insandaki mutasyonlar sonucu, laktoz enzimi hayat boyu sindirilebilmeye başlıyor ve Ortadoğu Avrupa yerleşimlerindeki insanlarla ilişkilendiriliyor. Süt ve süt ürünlerini tüketen toplum, tüketmeyene göre çok çok daha avantajlı olur.
Laktoz tüketimi için gerekli mutasyonun sütün saklanabileceği, nispeten daha soğuk iklimlerde ilk kez görüldüğü düşünülmekte. Orta Doğu ve Avrupa buna uygun. Mutasyonu Avrupa’daki Linear Band Keramik kültürüyle örtüştürüyorlar. Ordaki insanların DNA’sında ilk mutasyonu gördüler. Barcın’da ise bu mutasyonun henüz olduğunu sanmıyorum.
Çünkü çok dengeli. İnsan yaşamı için elzem üç besin maddesi karbonhidrat, protein ve yağdır. Sütten suyu çıkardığımızda, gerisinde bu üçünün dağılımı eşittir. Yani karbonhidrat, protein ve yağ 1/3 oranında bulunuyor. Bunun dışında yararlı birçok vitamin de bulunduruyor. Bu yüzden aşırı dengeli bir besin. İnsanlar için çok sağlıklı ve elverişli bir beslenme kaynağı.
Öyle ki, süt tüketebilen nesil Avrupa’ya geldikten sonra, 100 nesilde bütün Avrupa’ya yayıldıkları düşünülüyor. Sadece 300-400 sene içinde bütün Avrupa’da süt tüketemeyenler yaşayamayıp yok oldu, çünkü süt bu kadar büyük ve önemli bir avantaj sağlamıştı. Süt tüketenlerle beslenme açısından daha zayıf oldukları için rekabete giremediler.
Evet bu da bir faktör. Bunun için bir çalışma yaptım, hala devam ediyor: İznik’ten iki farklı kalitede seramik aldım. Biri daha kötü kalite bir yoğurt kasesiydi, diğeri de daha kaliteli ve iyi pişmiş bir kap. Bunları parçalara ayırıp bazısını 24 saat, bazısını 48 saat sütte beklettim. Bazılarını ısıttım, bazılarını ısıtıp soğuttum, sonra da toprağa gömdüm. Bir kısmını o sene ayrılırken kazı evinden aldım, bir kısmını 6 ay sonra, bir kısmını 1 sene sonra geçen sene topladım. Şimdi 1 set daha toprak altında duruyor onu da bu sene alacağım.
Ne kadar süt kaldığını ne kadar kaybolduğunun analizlerini yaptım. Bu sene Erzurum’daki sempozyumda bunun sonuçlarından da bahsettim. Ama tabi iki sene sonraki seramiklerde neler oldu, onun da sonucunu görmek lazım.
Genel olarak iyi kalitedeki çanak çömlekte daha fazla süt veya yağ bulma şansı oluyor. Gözeneği bol olan, daha kötü kalitedeki çanakta daha az çıktı. İyi kalitede olanda daha çok çıktı. Yani daha eski olanlarda çıkmamasının bir nedeni belki bu olabilir, bunun analizini daha yapmam lazım.
Taşlarda da organik kalıntı çalışmaları yaptık ama başarılı sonuçlar alamadık.
Antik Yunan’ın Kültürel Yükselişi Düşünülenden Bir Asır Önce Başladı
Karabük’te Süleyman Peygamberi Tasvir Eden Kolye Ucu Bulundu
Sefertepe’de Kafataslarıyla Dolu Bir Oda: Emre Güldoğan Röportajı
Kediler Kelime İlişkilendirmede İnsan Bebeklerinden Daha İyi
You must be logged in to post a comment Login