Ortaçağ Avrupası pek çok alanda olduğu gibi sanat alanında da inancın etkisini yoğun bir şekilde yaşamıştı. Gotik üslup, dogmatik düşünce anlayışıyla paralel bir felsefeyle doğan, fakat sanatsal ve mimari açıdan da bir o kadar devrimci bir ruha sahipti.
Temel mimari örnekleri katedraller
Gotik üslubun en etkileyici örneklerini kuşkusuz ki mimari yapılarda görüyoruz. Kilise etkisinde süren siyasi ve toplumsal hayatta, ifade aracının katedraller olması şaşırtıcı olmasa gerek.
Ünlü sanat tarihçisi E. H. Gombrich’in “göksel kiliseler”* olarak tanımladığı gotik mimaride, mümkün olduğunca yüksek katedraller inşa etme çabası göze çarpar. Katedrallerin olabildiğince yüksek bir şekilde inşa edilmesi yapıya gerçek dışı bir hava verir.
(Ortaçağ El Yazmalarında Kediler ve Patiler)
Bu dönemde yapılan bütün katedraller, insan bedeni baz alınarak yapılmıştı. Hristiyan inancına göre, Hz. İsa’nın vücudunu tasvir eden bir biçimde konumlandırılmıştı. Bu özelliği ile antropometrik mimari anlayışını görüyoruz. Çoğunlukla üç ana giriş kapısına sahip olmaları da üçlü inanç anlayışına bir vurguydu. Anlaşılacağı üzere, katedrallerde bulunan her türlü detay dinle ilgiliydi.
Ağırlığından kurtulan taşlar
Kuzey Fransa’da doğan bu üslubun devrimci özelliği ise, taşı ağırlığından arındırarak oluşturdukları tavan sistemiydi. Bu sistemde gerekli olan iki şey, ince ayaklar ve kaburgalardı. O zamana kadar uygulanan teknikler çoğunlukla taş bloklardan oluşan yapılardı. İnce ayaklar ile desteklenen kaburgalar sistemi ile gereksiz olan dolgulardan kurtulmuş oldular.
Teknik özelliklerin yanı sıra, katedrallere yapılan her türlü detayın altında bu mantık vardı. Kireç taşının incelikle işlenerek hafifletilmesi estetik olduğu kadar esere sürrealist bir hava da katmaktaydı.
Gül pencere
Gotik sanat anlayışı ile yapılmış katedrallerin belirgin unsurlarından birisi ise gül pencerelerdi. Bu üslup ile inşa edilen bütün katedrallerde gül pencere detayı bulunurdu.
En güzel örneklerini Fransa’da bulunan Chartes Katedrali’nde görebileceğimiz gül pencereler, taşın adeta dantel gibi işlendiği akıl dışı bir anlayışın ürünüydü. Kimi gül pencereler ise vitraylar ile bezeliydi. Vitraylara işlenen resimlerin konusu, İncil ve Tevrat’tan alınıyordu.
Yaşamın merkezi olarak tasarlanmış
Katedrallerin, şehrin merkezine konumlandırılması fikri yaygın bir anlayıştı. Herkesin rahatlıkla ulaşabilmesi ve dini bilgileri bizzat mekanın kendisinden öğrenebilmesi fikri de, Ortaçağ felsefesiyle çatışmıyordu.
Çoğunlukla okuma-yazma bilmeyen Ortaçağ insanının İncil ve Tevrat’ta geçen olayları, katedralin vitraylarına ve taşlarına işlenen hikayelerden öğrendiği söyleniyor. İnsanların okuma-yazma bilmediği ve her evde İncil bulunmasının lüks sayıldığı bir ortamda şaşırtıcı olmasa gerek. Basit bir örnek vermek gerekirse, Chartes Katedrali’nin üç giriş kapısına İncil’in yazarları işlenmişti.
Çağlar boyu süren yapım süreci
Bu yapıların inşa sürecinin ciddi bir maddi kaynak ve iş gücü gerektirmesi, eserlerin yüzyıllar boyunca tamamlanamamasına neden oluyordu. Bazı katedrallerin yapımına 12. yüzyılda başlanmışken, bitirilmesi 19. yüzyılı bulmuştu.
Buna bağlı olarak sürekli değişen mimarlar, farklı bakış açılarını da doğuruyordu. İspanya’da bulunan La Sagrada Familia bunun en çarpıcı örneklerinden sayılabilir. Yapımına 1882 yılında başlanan yapının meşhur mimari Antoni Gaudi’nin 1926 yılında ölmesi üzerine yarım kalan inşaat, bugün hala tam olarak bitmemiştir. Bu yapıların ne kadar masraflı olduğunu bu örnekten anlayabiliriz.
*Gombrich, E.,H.2017, “Sanatın Öyküsü. İstanbul, Remzi Kitabevi, s. 185.
You must be logged in to post a comment Login