İlkel kelimesine dair tartışmaların en başında sözcüğün kendisi ve tanımı yatmaktadır.[1] Çünkü algıları yöneten, sözcükler ve sözcükleri açıklayan tanımlardır. İlkel sözcüğü belki de hiç kullanılmamalıdır. Ancak sözcük tek başına anlamsız bir algı yaratmak ve tanıma yetersiz kalmakla birlikte anlatımda onsuz yapılamayacaktır. Bunun yanında tanım, her ne kadar açıklayıcı olmayı amaç edinse dahi varlığın tümüne hakim olamaz. Çünkü varlık, tanımların ve sözcüklerin ötesinde “aşkın gösterilendir”. Bu sebeple “aşkın gösterilen“ olan ilkelin varlığına dair ancak yeni bir söylem yaratılabilir. Bu söylem de sosyal olgular değerlendirildiğinde ilkelin hiçbir zaman var olmamış olduğu olabilir.
Söylemin gücünü genel kabuller olarak sunmakta daha avantajlı olan hakim sınıflar, ilkeli açıklamaktan uzak, bugün toplumunu yüceltme tiyatrosunu oynarken “biz ve onların” tanımlanmasında ilkeli bize karşıt olarak var etme çabasına girmişlerdir. Amaç belki de fazlasıyla ideolojik ya da açıklanması güç, belki de bu “ilkel” yaklaşımı ile bugün toplumu, insan kültürlerinin bilişsel süreçlerindeki uzun süreli değişimleri tetikleyen unsurları[2] açıklamaktan kolayca sıyrılabilmektedir. O ya da bu şekilde söylemlerinde tarafsız değildirler. Öyle olmaları da beklenmemektedir. Tanımlar da bunu net bir şekilde gösterir; hakim söyleme göre “ilkel” bizim arkaik halimiz ya da Hobbes’un[3] vahşet basamağındaki[4] vahşi örneklerimizin bugüne kalıntıları olarak tanımlanır. Daha naif romantik sınıflarca ilkeller bizden daha az farklı ya da düşünülenden daha az vahşi olarak nitelendirilirler. Vahşilik oluşturulmak istenen algıdır. Yine de doğa durumundaki ilkel vahşi ise Rousseau’nun tabiri ile “soylu bir vahşidir” çünkü toplum ne kadar ilkelse, insanlar zihinsel açıdan o kadar hürdür.
Ortaya attığımız bu tartışmada kabul etmemekle birlikte “ilkel toplum” sözünün tanımını yapmak durumundayız. İlkel toplum, sürdürülebilir ve yenilenebilir kaynakları temel ihtiyaçlar doğrultusunda tüm bireyler için ortak kullanıma açan birleşik ve/veya atom bölünmüş toplumlardır, yani yaşayan her canlıya minimum derecede bağımlı olan ve ancak kendi ihtiyaçlarını sağladığı ortamı kaplayan toplumlar olarak tanımlanabilir. Gelişmiş olarak lanse edilen bugün toplumları ise kesinlikle ilkel toplumların bugüne kültürel evrilmiş toplumdaşları değildir.
Tarihi tam olarak saptanamamış bir noktada bu iki dinamik toplum birbirinden ayrılmıştır.
Bu yüzden ne biz onlar için geleceklerinin bir tezahürü, ne de onlar bizim geçmişlerimizin kaçınılmaz bir şekilde etnolojik veri kaynaklarıdır. İlkel toplum binlerce senelik tecrübesini çılgın veya devrimsel bir dönüşüme gerek kalmaksızın bugüne kadar taşımış yeterlilik toplumlarıdır. Bizim toplumumuz ise, her sosyal ve teknik alanda meydana gelen genleşmeyi ve genleşmenin yarattığı yetersizlikleri yeni devrimsel nitelikli değişimler ile kapatmaya çalışan ve her devrimsel değişimde yeni bir yetersizlik ile karşı karşıya kalan üretim, değişim ve sürdürülemez noktada kaynak tüketen yetersizlik toplumlarıdır. Hatta bugünkü noktada modern toplum için topyekûn bir küresel gelecek hayali bile terk edilmek durumunda olabilir.[5]
Bu açıklamada tarihi değerlendirme eksenimiz de önemli bir noktada durmakta. Tarih, bugüne taşınır ve bugün kullanılabilir bilgiler edinmek mi yoksa geçmişte olana mutlak veya muğlak bir cevap bulabilmek midir? Belki de, her ikisi olmalı ancak tarih okumamıza yeni bir pencereden bakma zorunluluğumuz var. Biz merkezci bakışımızı değiştirip bir daha tarihe bakalım.
Jared Diamond’a bir ilkel tarafından sorulan “Niçin bu kadar çok kargonuz (eşyanız) var? ”[6] sorusunu nasıl bu kadar çok kargoya (eşyaya) sahip olduğumuza[7] ve ilkelin olmadığına dair öykünme olarak mı değerlendirmeliyiz, belki de nasıl bu kadar az kargosu olan ilkelin bizim vahşi yöntemlerimize maruz kalmadığı sürece yok olma gibi bir tehdit altında olmadığına çevirmeliyiz. Bu soru bizim mutlak bir yıkıma giden modern toplumuza bir öykünme olarak değil, modern toplumun aptallığını ortaya koyan bir merak olarak algılanmalı. Zira Pierre Clastres’in tarıma dair sorusuna “Dünya’da bu kadar mongongo cevizi varken niçin onu ekelim ki? ” diyen Kung yerlisi aynı merakını daha net ortaya koymaktadır. Belki de tarihimize dair asıl cevap bekleyen sorular şunlar olmalıydı:
Modern toplum tek seçenek mi?
İlkel toplumlar nasıl bu kadar az kaynak ve araç kullanarak toplumlarına yetebiliyorlar?
Binlerce yıldır bu kadar az değişimle nasıl hala var olabiliyorlar?
Nitekim ilkel toplumlar uçta örnekler olarak gözükse de bizim toplumuz güç iktidarımızın araçlarını onlar üzerinde kullanamadan önce, tarih boyunca yaşadığımız kendi yaratımımız felaketler ile karşı karşıya kalmamıştı. Bu anlamda değerlendirmemiz, ilkel toplum karşısında geliştirdiğimiz tüm güç ve tahakküm araçlarımız bizi onlardan daha gelişmiş kılmamaktadır ve onları da ilkel yapmamaktadır. Gelişmişliğin esas tanımı vahşi bir gücü elde tutarak geri dönülemez şekilde tükettiğimiz bir doğaya tahakküm değil, sürdürülebilir ve yenilenebilir yeterli bir toplum yaratmış olmaktır.
You must be logged in to post a comment Login