Modern bir insanın yüzü neredeyse eşsiz bir biçimde düz ve olağanüstü bir ifade gücüne sahip. Ama bu dikkat çekici yüzlerimiz düşündüğümüz kadar “modern” olmayabilir.
İnsan yüzü, gözlerimizin ve ağzımızın etrafındaki kasların hafif hareketleriyle çok sayıda farklı duyguyu ve bilgiyi aktarıyor. Başka hiçbir hayvanın bu denli ifade gücüne sahip bir yüzü yok.
Dahası, her birimiz kısacık bir bakışla türümüzün diğer üyelerini anında tanıyabiliyoruz. Başka hiçbir tür –bizden önce gelen çoğu insan benzeri tür bile– bizim düz yüzümüze, yüksek alnımıza, küçük ve çıkıntılı çenemize sahip değil.
Asıl soru şu, insanlar bugünkü görünüşlerine ne zaman sahip olmaya başladı? Yeni bilimsel teknikler ve keşifler bu sorunun cevabını vermeye başlıyor. Aynı zamanda kendimize özgü yüz çehremizin birçok antropoloğun inandığının aksine çok daha yaşlı olduğunu da ortaya çıkarıyor.
“Gezegende hayatta kalabilen tek insan türü olarak modern yüzlerimizin evrim ağacındaki dalımızın en tepesinde oturduğunu düşünmek istiyoruz.” diyor Londra Doğa Tarihi Müzesi’nde antropolog Chris Stringer ve şöyle devam ediyor; “Ve uzun süre boyunca fosiller de aynı şeyi işaret ediyor gibi geldi bize. Günümüzden yaklaşık 500,000 yıl önce, geniş alanlara yayılmış bir Homo heidelbergensis türü, modern insanla Neandertal arasında bir yerlerde olan bir yüze sahipti. Ben uzun süre onun Neandertallerle ortak atamız olduğunu savundum.”
Birazcık yönlendirmeyle de H. heidelbergensis’in, modern insanlar ile 40,000 yıl önce nesli tükenmiş kuzenlerimiz Neandertallerle ortak atamız olabileceğini görebilmek gerçekten çok kolay.
Modern insanlar küçük burunlara sahip ve çenelerimiz kafatasımızın geri kalanının altına oturuyor. Elmacık kemiklerimiz köşeli ve iki yanağımızın da göz çukurunun altında, canine fossa adıyla bilinen belirgin bir boşluk var.
Neandertal, göreceli koca bir buruna ve ön kısmı öne doğru itilmiş iri bir yüze sahipti. Yanakların etrafında kafatası içe göçük değil, dışa doğru kavisliydi. Bizim gözlerimiz için şişkin suratları vardı. Ayrıca alınları bizimkine göre daha yassıydı ve gözlerinin üstünde belirgin bir çifte kaş çıkıntısı kemeri bulunmaktaydı.
H. heidelbergensis, Neandertale göre daha düz bir yüze ve küçük buruna sahipti. Fakat yüzlerinde canine fossa yoktu ve kaş çıkıntıları Neandertalde görülene göre daha da belirgindi.
Onlarca yıl, çoğu antropolog Neandertallerin evrim sürecinde bu özelliklerini H. Heidelbergensis’ten aldığı ve daha çıkık bir çene geliştirdikleri, bizim türümüzün ise farklı bir yöne yöneldikleri konusunda hemfikirdi. Ancak 1990 yılında, İspanya’nın kuzeyindeki Sierra de Atapuerca’da yapılan keşif herkesi şaşırtmıştı.
Dağlarda bir oyuğun içinde birkaç farklı kemik ve ufak, düz yüzlü bir kafatasının parçaları gün yüzüne çıkarıldı. Kalıntıların daha önce bilinmeyen bir hominin türüne ait olduğu belirlendi. Bu türe Homo antecessor adı verildi.
Bu insan soyunun yeni türünün yüzü bizimkine çok daha benziyordu, hatta onların da belirgin canine fossa çukuru vardı. Fakat o günümüzden 850,000 yıl önce, H. Heidelbergensis’ten çok önce yaşamıştı.
En başta bu bariz çelişki görmezden gelindi. Atapuerca kafatası 10-12 yaşları arasında bir çocuğa aitti. Bu genç adamın yüzünün yetişkinliğinde nasıl gelişeceğini bilmemiz zor, insanlar yaşlandıkça kafatasları da büyüyor ve biçim değiştiriyor. “Kafatasının büyüdükçe heidelbergensis’e benzeyen bir şeye dönüşeceği düşünülüyordu.” diyor Stringer.
Fakat sonradan yapılan keşifler durumun çok daha farklı olduğunu öne sürüyor. “Artık antecessor yetişkini ve daha yetişkinliğine ulaşamamış dört kafatası parçalarına sahibiz. Çocuk kafatasında gördüğümüz morfolojiyi korudukları gözüküyor.” diyor Stringer.
Hominin kafatasları arasında direkt kıyaslamalar yapmak hala kolay değil. Kafataslarının çoğu parça parça. Ama onu da bir kenara bırakırsak, allometri olarak bilinen fenomen bize boyutlarda görülen değişimin biçimde de değişikliklere yol açtığını, farklı vücut bölgelerinin farklı oranlarda büyüme gösterdiğini söylüyor.
Bu sorunun üstesinden gelmek için, Almanya Leipzig’deki Max Planck Institute for Evolutionary Anthropology’den Jean-Jacques Hublin ve iş arkadaşları sanal olarak kafatası “büyütmek” için bir bilgisayar modeli oluşturdular.
“Bunu yaparak Neandertaller arasındaki biçim farklılıklarını da açıklayabiliriz. Ama bir modern insan kafatasını Neandertal kafatası boyutuna getirdiğimizde Neandertale benzeyen hiçbir şey bulamıyoruz. Bambaşka bir şey çıkıyor karşımıza.” diyor Hublin.
Hublin modern insanların uzak atalarımızdan birçok ilkel özelliği aldığını düşünüyor. “Neandertallerin kendi doğrultularında modern insanlara göre daha gelişmiş oldukları görülüyor. Onlar bizim gözlerimize çok tuhaf görünürlerdi.”
Başka bir deyişle, modern insanların yüzleri hiç modern bile olmayabilir.
“Modern terimi biraz yanıltıcı. ‘Modern’ deyince insanların aklına ‘daha gelişmiş’ kavramı geliyor ama aslında ‘daha ilkel’ anlamını da taşıyor olabilir.” diyor Hublin.
Hublin ve ekibi ayrıca bilgisayar yazılımlarını kullanarak çocukların kafataslarını da olgunluğa eriştirebiliyor ve böylece yetişkinliğe adım attıklarında neye benzeyeceklerine dair fikirler ortaya atabiliyor.
Yazılımı H. antecessor’un kafatası parçalarına uyguladıklarında aynı zamanda hem ilkel hem de modern bir şeyle karşılaştılar. “Yüz modern insan yüzüne göre daha çıkıntılı. Ama Neandertal yüzüne has özelliklere sahip değil.” diyor Hublin.
H. antecessor’un fosilleşmiş kafatası kemikleri mikroskop altına yerleştirildiğinde daha da şaşırtıcı bir şey ortaya çıktı.
Yaşamımız boyunca kemiklerimiz durmadan yenilenir ve şekil değiştirir. Bu da kemiklerde belirgin kalıplar bırakarak nasıl büyüyüp şekillendiğini ortaya koyar. Özellikle, osteoblast olarak bilinen ve kemiğin üstüne çökelen hücreler pürüzsüz yüzeyi yaratırken osteoclast adındaki kemiği sönümleyen hücre kemikte mikroskobik kraterler yaratır.
Modern insanlarda, burnun altındaki ve üst çenenin etrafındaki maksilla adıyla bilinen bölge kemiği sönümleyen hücre açısından zengindir. Ama Neandertaller, H. heidelbergensis ve Australopithecus gibi diğer erken homininlerde bu bölge kemiğin üstüne çökelen hücrelerle doludur ve bu yüzden yüz öne doğru çıkıntılıdır.
Çalışmanın büyük bir kısmına iş arkadaşı Timothy Bromage’la birlikte öncülük eden New York Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden Rodrigo Lacruz, “Modern insanlar maksillanın her yerinde çok geniş alana yayılan bir rezorpsiyon (tekrar emilim) gösteriyor. Bu rezorpsiyon sayesinde insan yüzü kafatası kemiklerinin altında kalıp çıkıntılı bir yapıya sahip değil.” diyor.
Kemik rezorpsiyonunun benzer örnekleri modern insanlardaki canine fossa etrafında görülebilirken Neandertal kafatası geniş alana yayılmış bir kemik çökelimi gösteriyor.
Hal böyle olunca, Lacruz, Bromage ve iş arkadaşları H. antecessor’un kafatası parçalarını mikroskobun altına yerleştirdiğinde maksilla ve canine fossa’nın çukurlu olduğunu görünce şaşkınlığa uğradılar. Bununla kalmayıp, kemik geri reabsorpsiyonu (geri emilimi) modeli de modern insanlarda görülene çok benzerdi.
“Bu benzerlikler, modern insan yüzünün karakteristik özelliklerinden sorumlu olan kilit gelişimsel değişikliklerin izinin H. antecessor’a kadar sürülebileceğini işaret ediyor. Ki bu da bizim için çok önemli çünkü antecessor sadece insan-benzeri bir büyüme modeli göstermekle kalmayıp bir de yaklaşık 800,000 yıl öncesinde insan-benzeri bir morfoloji de gösteriyor.” diyor Lacruz.
Tarihler de çok önemli, çünkü insan aile ağacı üzerine yapılan son çalışmalar, Neandertallerle son ortak atamızı 700,000 yıl önce, yani H. antecessor’un zamanından çok da uzun olmayan bir sürede paylaştığımızı gösteriyor.
Stringer ve birçok iş arkadaşı da bütün bu bulguların ışığında insan yüzünün evrimiyle ilgili fikirlerini yeniden değerlendirmeye başladı.
Eylül 2016’da Madrid’de bir konferansta konuşan Stringer ve diğer birkaç uzman H. antecessor’un ya da keşfedilmeyi bekleyen yakın bir akrabanın, türümüzün ve Neandertallerin ortak atası konumuna H. heidelbergensis’e göre daha iyi bir aday olduğunu ileri sürdü.
H. antecessor’un, homininlerin 1.8 ile 0.8 arasında milyon yıl önce Afrika’dan yaptığı ilk toplu göç sırasında ortaya çıktığı düşünülüyor.
Bu yüzümüzün H. heidelbergensis ve Neandertale kıyasla çok daha ilkel olduğu anlamına gelir
Avrupa’da bulunan ve 2013’te İngiltere Happisburgh’da keşfedilen en eski ayak izlerinden bazılarının H. antecessor tarafından bırakıldığı düşünülüyor.
Yine ilk olarak H. antecessor’a mal edilen birkaç İspanyol kalıntısı da – bir azıdişi ve altçene parçası – 1.2 milyon yıl öncesine tarihlendirilmiş, yine de keşfi yapan ekip kalıntıların kimlikleriyle ilgili daha dikkatli olmaya başlamışlardı.
İleri sürülen yeni evrim ağacının altında türümüz H. antecessor’dan evrildi. O sırada, H. heidelbergensis yaklaşık 500,000 yıl önce uzaklaşıp bağımsız olarak evrildi ve Neandertale uzandı.
“Bu yüzümüzün H. heidelbergensis ve Neandertale kıyasla çok daha ilkel olduğu anlamına gelir.” diyor Stringer.
Eğer doğruysa, ortaya atılanlar evrimsel kuzenlerimizle aramızda görülen birçok farklılığın da açıklanmasında büyük rol oynar.
Hem modern insanlar hem de Neandertaller evrimleşerek büyük beyinlere sahip olmuş, aletler yapmış, avlanmış, ateşi kullanmış, takılar yapmış ve kültürler geliştirmiş olsa da vücutlarımız farklı yönlerde evrildi. Hatta beyinlerimiz bile farklı şekillere sahipti.
York Üniversitesi’nden Paul O’Higgins, Ricardo Godinho ve Penny Spikins’le birlikte bu farklılıkların ortaya çıkış sebeplerini çözmeye çalıştı. Mühendislik prensiplerini kullanarak tarihöncesi homininlerin ve modern insanların fosilleşmiş kalıntılarını 3 boyutlu bilgisayar modelleri kullanarak analiz ettiler.
Ekip, H. heidelbergensis’in büyük çenelerine rağmen ısırmada modern insanlar kadar etkin olmadığını öğrenince şaşkınlığa uğradı. H. heidelbergensis’in kafatası biçimi ve kaslarının konumu, H. heidelbergensis’in kemiklerinin dayanabilme gücüne sahip olmasına rağmen fiziksel açıdan kuvvetli ısırma gücü üretemediğini göstermektedir. Benzer çalışmalar aynı kalıbı Neandertallerde de göstermiştir.
“Modern insanlardaki kemikler çok daha erken parçalanıyor. Bu da düz yüzlerimizden aldığımız etkili ısırma becerisinin doğal seçilimin değil, başka bir şeyin sonucu olduğunu gösteriyor.” diyor O’Higgins.
Artık güçlü ısırıklarımızın burunlarımızın boyutuyla ilgili olduğu gözüküyor.
“O eski homininlerin sahip olduğu bir şey büyük bir yüz gerektiren büyük burunlarının olmasını gerektirdi. Bunun iklimden mi yoksa faallik gerekliliğinden mi kaynaklandığını bilmiyoruz. Ama büyük buruna olan ihtiyaç ortadan kalkınca yüzün beynin altına sokulduğunu ve ısırma gücünün tesadüfen arttığını öğrendik.” diyor O’Higgins.
Neandertallerin büyük burunlarıyla ilgili en kabul gören açıklama, burnun Pleistosen buz devrinin soğuk iklimine adapte olmasıyla büyüdüğü. Büyük geniz boşluğu soğuk havayı ciğerlere ulaşmadan önce ısıtıyor olabilirdi.
Fakat, Stringer 2010’da yazdığı bir makalede, Neandertal sinüslerinin modern Avrupa insanında bulunan boyut aralığının dışında uzanmadığını gösterdi. Aksine, H. heidelbergensis ve Neandertallerde görülen iri burunlar, modern insanlarla paylaştıkları ortak atalarından ayrıldıktan sonra, genetik sürüklenme yoluyla ‘kazara’ ortaya çıkmış olabilir.
Modern insanlarla atalarımız arasındaki bir diğer belirgin farklılık da başka bir sebepten ötürü bizim soyumuzda ortadan kalkmış olabilir.
“H. heidelbergensis ve Neandertaller devasa büyüklükte kaş çıkıntılarına sahipti. Onlarınki alnın üstüne siperli bir başlık takmaya benziyordu.” diyor O’Higgins.
Madrid konferansında sundukları araştırmada, O’Higgins ve iş arkadaşları bilgisayar modellerini kullanarak kaş çıkıntılarını kestiler ve yüz ve kafatasının yapısının nasıl etkilendiğine baktılar. Kaş çıkıntılarının herhangi bir yapısal avantaj sağlamadığını gördüler. Onlara göre, bu belirgin kemik kemerlerinin görevi, modern sığın erkeğinin devasa boynuzlarında görüldüğü gibi türün diğer üyeleri üzerinde bir hakimiyet göstermekti.
Stringer’ın bunu ortaya atarken aynı zamanda atalarımız olan homininleri zeytin babunlarıyla da karşılaştırdı. Zeytin babunları hakimiyetlerini göstermek için kaşlarını kaldırırlar. Benzer şekilde, mandriller de kaş ve burunlarındaki parlak renkleri kullanıp grup içindeki rütbelerini belli ederler.
2016’daki toplantıda, O’Higgins ve iş arkadaşları, atalarımızın bu saldırgan görünüşü veren kaş çıkıntılarını kaybedince daha üstü kapalı bir iletişim biçimi geliştirdiklerini ileri süren ön bulguları sundular.
O’Higgins, “Büyük kaş çıkıntıları olunca kaşların da hareketleri sınırlı kalıyor. Düz bir yüzünüz varsa, dikey bir alnınız olur ve birden kaşlarınızı kaldırıp indirebilirsiniz. Bu da çok daha ayrıntılı bir toplumsal iletişim anlamına gelir. Böylelikle birisinin kızgın, mutlu ya da aksi olup olmadığını anlayabilirsiniz.” diyor.
Eğer doğruysa, bu bizim sosyal, işbirlikçi bir tür olmamızın ilkel yüzlerimizi koruduğumuza yol açtığı anlamına geliyor.
Yüz ifadelerimiz, birisinin ne düşündüğü ya da hissettiğini içgüdüsel olarak anlamamıza yardımcı olarak sosyal etkileşimlerimizde kilit bir rol oynuyor. O’Higgins’in araştırması, Neandertallerin yüzleri gibi yüzlerle evrilseydik bunu yapamayacağımızı öne sürüyor.
Nihayetinde, bu tarz araştırmalar bizlere hangi hominin atalarımızın gülümseyebildiğini, kaşlarını çatabildiğini ya da aynı bizim gibi yüzleriyle tiksindiklerini belirtebildiğini gösterebilir.
Ayrıca yüzlerimizin en değerli aletlerimiz arasında yer aldığını da hatırlatır bizlere. Farklı yüzlere sahip olsaydık birbirimizle böylesi rahatlıkla iletişim kuramayabilirdik.
BBC. Richard Gray. 15 Şubat 2017.
You must be logged in to post a comment Login