Doğu Avrasya bozkırlarının tarihi imparatorluklarının oluşumunu çevreleyen genetik, sosyopolitik ve kültürel değişiklikler incelendi.
Cell’de yayımlanan yeni bir çalışmada, araştırmacılar doğu Avrasya bozkırlarının tarihi imparatorluklarının oluşumunu çevreleyen genetik, sosyopolitik ve kültürel değişiklikleri araştırdılar. Çalışma, 6.000 yıla yayılan 214 antik bireye ait genom verilerini analiz etti ve Hun ve Moğol göçebe çoban imparatorluklarının yükselişinden önce gelen genetik ve kültürel değişiklikleri inceledi.
Geç Bronz Çağı’ndan Orta Çağ’a kadar, doğu Avrasya bozkırları bir dizi organize ve son derece etkili göçebe imparatorluğa ev sahipliği yaptı. Bu dönemde yer alan Hun (MÖ 209 – MS 98) ve Moğol (MS 916 – 1125) imparatorlukları, Avrasya’nın demografisi ve jeopolitiği üzerinde özellikle büyük etkilere sahipti. Ancak, geniş çaplı genetik çalışmaların eksikliği nedeni ile bu durumları oluşturan insanların kökenleri, etkileşimleri ve ilişkileri büyük oranda bilinmezlik içinde.
(Hunlar: Attila’nın Ardındaki Amansız Savaşçılar Kimdi?)
Bozkırın tarihi imparatorluklarının doğmasına neden olan nüfus dinamiklerini anlatmak için Max Planck .insan Tarihi Bilimi Enstitüsü, Moğolistan Ulusal Üniversitesi ve Moğolistan, Rusya, Kore ve Birleşik Devletler’deki ortak kurumlardan araştırmacılar, 85 Moğol ve üç Rus bölgesinden 214 bireyin genom verilerini analiz etti. MÖ 4.600’den MS 1400’e kadar uzanan bu araştırma, antik Doğu ve İç Asya genomlarının bugüne kadarki en büyük çalışmaları arasında yer alıyor.
Holosen ortası boyunca doğu Avrasya bozkırları, antik kuzeydoğu Asya ve antik kuzey Avrasya soylarından gelen avcı toplayıcılarıyla doluydu. Ancak MÖ 3.000 civarında mandıra hayvancılığı, kökenleri batıda 3.000 km öteye giden Karadeniz bölgesindeki Yamnaya bozkır çobanlarına kadar izlenebilen Altay dağlarının Afanasievo kültürünün yayılmasıyla ortaya çıktı. Bu göçmenler çok az genetik etki bıraksalar da, çok büyük bir kültürel etkiye sahiptiler ve Orta-Son Bronz Çağı’na kadar mandıra hayvancılığı, Doğu bozkırındaki popülasyonlar tarafından uygulanmaya devam etti.
Geç Bronz Çağı ve Erken Demir Çağı’nda batı, kuzey ve güney-orta Moğolistan’daki popülasyonlar, coğrafi olarak yapılandırılmış üç ayrı gen havuzu oluşturdu. Bu popülasyonlar, hareketlilik artışı olana kadar bin yıldan fazla bir süre ayrı kaldı. Biniciliğin artması ile göçün kolaylaşması sonucu bu yapı bozulmaya başladı. Asya’nın ilk göçebe imparatorluğu olan kuzey-orta Moğolistan’da Hunların oluşumu, bu nüfus karışımı ile ve Karadeniz’den Çin’e Avrasya’nın dört bir yanından gelen yeni gen havuzlarının akışıyla eş zamanlıdır.
‘’Basit bir genetik devir veya değişimden ziyade, Hunların yükselişi, binlerce yıldır genetik olarak ayrılmış olan farklı popülasyonların ani karışımı ile bağlantılıdır. Sonuç olarak, Moğolistan’daki Hun, Avrasya’nın çoğunu yansıtan muhteşem bir genetik çeşitlilik seviyesi sergiliyor,’’ diyor Seul Ulusal Üniversitesi’nde Biyolojik Bilimler profesörü ve çalışmanın baş yazarı Dr. Choongwon Jeong.
Bin yıl sonra, tarihin en büyük komşu imparatorluklarından biri olan Moğol İmparatorluğu’ndan bireyler, daha önceki Hun, Türk ve Uygur dönemlerinden bireylere kıyasla Doğu Avrasya soyunda, Hun İmparatorluğu’ndan beri var olan antik Kuzey Avrasya soyunun neredeyse tamamen kaybolması ile birlikte, belirgin bir artış gösterdiler.
‘’Araştırmanın ilk yazarı ve doktora derecesi olan Ke Wang, antik Moğolistan ile ilgili çalışmamız yalnızca Batı bozkırındaki popülasyonların erken genetik katkılarını ortaya çıkarmıyor, aynı zamanda Moğol İmparatorluğu dönemindeki doğu Avrasya soyuna doğru gerçekleşen belirgin genetik kaymayı gösteriyor. Bölgenin oldukça dinamik bir genetik tarihi var ve antik DNA, Avrasya bozkırını şekillendiren nüfus olaylarının karmaşıklığını ortaya çıkarmaya başlıyor.’’ diyor.
Araştırmacılar, genetik olayların politik yapılar üzerindeki etkilerine ek olarak, genetik ve geçim stratejisi arasındaki ilişkiyi de araştırdılar. Bölgede 5.000 yıldan fazla süren mandıra hayvancılığına ve günümüzde ortalama bir Moğol’un diyetinde büyük yer tutan sütün üretiminin devam eden önemine rağmen araştırmacılar, laktoz sindirimini sağlayan genetik bir özellik olan laktaz kalıcılığının seçimi konusunda hiçbir kanıt bulamadılar.
Harvard Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olan araştırma yazarı Dr. Christina Warinner, ‘’Hem bugün hem de geçmişte Moğol popülasyonlarında laktoz kalıcılığının yokluğu, laktoz intoleransının mevcut tıbbi modellerine meydan okumakta ve çok daha karmaşık bir tarih öncesi sütçülüğe işaret etmektedir. Şimdi popülasyonların süt temelli diyetlere nasıl uyum sağladığını anlamak için bağırsak mikrobiyomunu araştırıyoruz.’’ diyor.
‘’Moğolistan’ın 6.000 yıllık genetik tarihini yeniden inşa etmek, bölgenin arkeolojisini anlamamızda dönüştürücü bir etki yarattı. Uzun süredir cevaplanmayan bazı soruları yanıtlarken, yeni sorular ve birçok sürpriz ortaya çıktı. Bu araştırmanın, Asya’nın göçebe imparatorluklarının yükselişinde atalar, kültür, teknoloji ve politika arasındaki zengin ve karmaşık ilişkiler üzerine yapılacak araştırmalara motivasyon olacağını umuyoruz.’’ diye ekliyor raştırmanın kıdemli yazarı ve Moğolistan Ulusal Üniversitesi’nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Dr. Ergene Myagmar.
Max Plank Society. 5 Kasım 2020.
Makale: Christina Warinner et al. (2020). A Dynamic 6.000 Year Genetic History of Eurasia’s Eastern Steppe. Cell.
You must be logged in to post a comment Login