Arkeolojinin Gözünden ‘Kadim Uygarlıklar’ Belgeseli

Netflix’te yayınlanan Ancient Apocalypse (Kadim Uygarlıklar) adlı sekiz bölümlük belgesel, aslında uzaylı demeden uzaylıları anlatan bir komplo teorisi dizisi.

Graham Hancock, bir komplo teorisyeni.

Arkeoloji ve bilim açısından son derece talihsiz olan bu belgesel, birçok kişinin ilgisini çekmiş gibi görünüyor. Belgesel olarak tanımlanan bu serideki ana kahraman Graham Hancock. Kendisi bir gazeteci ve aynı zamanda daha önce yazdığı “Fingerprints of the Gods” gibi birkaç tartışmalı kitabın da yazarı.

Hancock’un “belgeseldeki” en temel teorisi, insanlık olarak belleğimizi yitirdiğimiz ve geçmişteki çok önemli bir olayı ve medeniyeti unuttuğumuz: Kayıp ve gelişmiş bir Buzul Çağı uygarlığı!

(İlgili: Arkeolojinin Gözünden Bir Atiye İncelemesi)

Hancock, sekiz bölümlük seride, bu uygarlığın kanıtlarını sunduğunu iddia ediyor. Bunu yaparken de aynı zamanda arkeologları ve bilim insanlarını her fırsatta kötülüyor ve gerçekleri araştırdığı için arkeologlar tarafından düşman ilan edildiğini söylüyor.

İddiasına göre bu çok gelişmiş Buzul Çağı uygarlığı, bir tufanla yok oldu. Hayatta kalan son kişiler ise, “ilkel” avcı toplayıcılara astronomi, sanat, mimarlık gibi “uygarlığın” temel bileşenlerini öğretti.

Hancock, “Bilim insanı ya da bir arkeolog değilim, bir gazeteciyim ve insan tarih öncesini araştırıyorum.” diye başlıyor. Bu sayede pseudo-arkeolog olarak tanımlanmaktan kaçınıyor. Yani kendisinin “sahte arkeolog” olarak görülmemesi, masumca “gerçekleri” araştıran bir kişi olarak tanımlanması gerektiğini vurguluyor.

Ancak Graham Hancock, daha belgeselin ilk dakikalarında bilim insanlarına ve arkeologlara saldırarak başlıyor. Ortaya attığı binlerce yıl önce varlığını sürdürmüş olan gelişmiş Buzul Çağı uygarlığı fikrinin, bilim insanlarının canını sıktığını belirtiyor. Dolayısıyla otomatik olarak arkeologların bir numaralı düşmanı olduğunu ekliyor. “Aşırı derecede savunmacı, kibirli ve dayatmacı akademik çevre, bu ihtimali düşünmemizi engelliyor.”

Graham Hancock’a göre, Son Buzul Çağından sonra, avcı toplayıcı atalarımız, kendi istekleriyle “aniden” çiftçiliğe ve hayvancılığa başladılar. Ancak bunun aksine, insanlık tarihindeki hiçbir olay “aniden” olmadı. Her şeyin bir öncülü vardı. Atalarımız bir anda tarım yapmaya karar vermediler. Bu pratiği çok daha öncesinde bildiklerine ve hatta mevsimsel olarak denediklerine dair elimizde birçok farklı bölgeden kanıtlar var.

Belgeselin ilk bölümünde Hancock, Endonezya’nın Java adasındaki Gunung Padang bölgesine gidiyor ve ilk cümlesi yine arkeologların ne kadar saf olduğunu ima ediyor: “Uzun süre arkeologlar burayı sıradan bir tepe sandı.”

Gunung padang

Bölgede konuştuğu bir doktor, yıllar önce yaptıkları çalışmalarda, burada iki kültür tabakası belirlediklerini söylüyor. Yüzeydeki tabaka MÖ 500 yılına, dört metre derinlikteki ikinci tabaka ise MÖ 5.200 yıllarına ait. Ancak Hancock, aralarında binlerce yıl olan bu iki tabakayı birbirine bağlı sanarak, buradaki insanların 7.000 yıl önce muhteşem mimarlar olduğunu söylüyor.

En nihayetinde Hancock, buradaki kalıntılardan yola çıkarak büyük bir gizemle karşılaştıklarını söylüyor: Belki de tarihten kaybolmuş bir uygarlık!

Geçmişten günümüze dünyanın birçok farklı bölgesinde insanlar yaşadı ve arkalarında kalıntılar bıraktılar. Bu arkeolojik kalıntıları bulduğumuz her yerde “kaybolmuş bir uygarlıktan” söz etmek mümkün değil. Arkeolojik kalıntılar beklendiği üzere her yerdeler. Ve yine doğal olarak bu insanlar belirli bir zaman sonra öldüler.

Hancock burada belki de Buzul Çağındaki gelişmiş uygarlık teorisine atıfta bulunuyor. Ancak belgeseldeki arkeoloğun da dediği üzere, buradaki en eski kültür tabakası MÖ 5.000 yılına ait. Yani Buzul Çağı ile alakası yok. Hancock, burada daha sonra radar taraması ile bulduklarını iddia ettiği “bölmelerin” ise tüm bilinenleri çürüttüğünü, çünkü 24.000 yıl öncesine ait olduklarını söylüyor.

Graham Hancock, gerçeklerin peşinde koşarak arkeologların sakladığı “sırları” ortaya çıkarıyor.

Hancock, tüm bölümlerde değindiği gibi, ikinci bölüme de arkeologların kendisinden nefret ettiğini söyleyerek başlıyor. Çünkü kendisi hikayemizin unutulmuş bir kısmını araştırıyor. Kendisi için, arkeologların araştıran insanları sevmediği adeta bilinen bir gerçek. Arkeologlar, gerçekleri toplumdan gizlemek için ant içmiş kişiler ve bu görev uğruna bilim insanı maskesi altında dolaşıyorlar.

İddiasına göre, Buzul Çağına ait gelişmiş bir uygarlığın unutulmuş olması, arkeoloji çevresini oldukça korkutuyor. Çünkü böyle bir uygarlığın var olduğu fikri, tüm disiplinin temelini sarsıyor. Ancak kendisi bunu umursamayacak kadar cesur. Yine “sır” ve “gizemlerle” dolu bölgelere gitmeye ve kanıtları ortaya çıkarmaya devam ediyor.

Göbeklitepe notları

Daha fazla ayrıntılarda boğulmadan Göbeklitepe bölümüne geçelim.

Öncelikle belgeselde gördüğümüz Göbeklitepe canlandırması tamamen yanlış bir algı uyandırıyor. Zira Göbeklitepe, belgeselde görüldüğü gibi yukarıya doğru duvarları uzayan bir yapı değildi. Yere yarı gömük olarak inşa edilmişti ve duvarlarının dış tarafı toprağa dayanıyordu.

Sonrasında Hancock’a hakkını verelim: Sekiz bölüm boyunca gezdiği yerler arasında, başından beri vurguladığı Buzul Çağına en yakın tarihli yer Göbeklitepe. Zira gezdiği diğer alanlar, Buzul Çağından çok daha sonrasına tarihleniyor.

Göbeklitepe. MÖ ~ 9.500-8.000.

Hancock, Göbeklitepe ile ilgili olan bölüme yine yanlış bilgiler vererek başlıyor: “Şanlıurfa’da, son Buzul Çağının bitiminde dikkate değer bir şey oldu. Taş Devri avcı toplayıcı atalarımız, aniden çiftçiliği keşfetti ve yerleşimler kurmaya başladı.” Daha önce de belirttiğimiz gibi, ne yerleşik hayat, ne de çiftçilik “aniden başlamadı.” Bunların da öncülleri vardı. Ayrıca Göbeklitepe’de henüz çiftçilik yoktu. Buradaki insanlar yerleşik hayata geçmişlerdi fakat avcı toplayıcı olarak yaşamaya, yani yabani hayvan ve bitkiler ile beslenmeye devam ediyorlardı.

Devam ediyor: “Tarih öncesiyle ilgili bize öğretilen şeylere göre, Göbeklitepe var olmamalıydı.” Bölge çapında yapılan kazılara göre Göbeklitepe yalnız değildi. Sadece bu anıtsallıkta bulduğumuz ilk yapıydı. Şu anda Taş Tepeler Projesi kapsamında devam eden çalışmalara göre, bölgede Göbeklitepe ile aşağı yukarı aynı tarihlere denk gelen birçok yerleşim olduğu biliniyor.

Ve şu sonuca varıyor: “Bu dönemde insanlar böyle megalitik bir harikayı tasarlayıp yapacak kadar gelişmiş değillerse, bunu kim, niye inşa etti?” Arkeologlar bu dönemdeki insanların böyle bir yapıyı yapacak kadar gelişmiş olmadığını savunmuyor. Hatta bunun aksine bu insanların son derece sofistike bir düşünce ve sosyal yapıya sahip olduğunu söylüyor.

Hancock, “Bu devasa taşların nasıl kaldırılıp buraya yerleştirildiğini kimse bilmiyor.” diyor. Bugün arkeologlar, buradaki taşların yapımında, Göbeklitepe’nin hemen yanındaki taş ocağının kullanıldığını biliyor. Belirli sayıda insanla ve ahşap kütükler ve ipler yardımıyla, bu taşların kaldırılıp yerleştirilmesi imkansız değildi.

Hancock, yeraltı radarıyla yapılan jeofiziksel ölçümlere göre, burada 20 tane daha yapının olduğunu söylüyor. 9 hektarlık alana yayılmış bu devasa kompleksin, daha önce hiçbir taş bilginiz olmadan bir gecede inşa edilemeyeceğini belirtiyor. Göbeklitepe’yi yapan insanların taş bilgisi olmadığı ve buranın bir gecede yapıldığı varsayımı tamamen dayanaksız. Aslında bunu söylemeden beş dakika öncesinde, Göbeklitepe’deki yapıların 1.500 yıllık bir süre içerisinde inşa edildiğini kendisi de belirtmişti. Fakat sonrasında bu gerçeği görmezden gelerek kompleksin “aniden” yapılmış olduğu fikrini savunuyor. Bunu da tabii ki küresel ölçekteki gelişmiş bir uygarlığın buradaki insanlara medeniyet getirmesine bağlıyor.

Hancock, daha sonra Göbeklitepe’deki bu medeniyet aktarımını, Malta’daki Ġgantija kompleksi ile karşılaştırıyor ve ikisinin de ortak bir kaynaktan bilgi almış olabileceğini söylüyor: Yani gelişmiş Buzul Çağı uygarlığı. Ne yazık ki bu iki kompleksin arasında 6.000 yıl fark olmasından başka sorun yok. Gelişmiş uygarlıktan hayatta kalanlar Malta’ya biraz geç ulaşmış olabilirler.

Ġgantija, Malta. MÖ 3600–2500.

“Malta ve Türkiye’deki büyük mimari projelerin fikir babaları, Son Buzul Çağının bitiminde dünyayı gezen gelişmiş bir kültürün hayatta kalanları olabilir mi?” Hancock burada yine Malta’daki kompleksin Son Buzul Çağına ait olmaması gerçeğini görmezden geliyor.

Göbeklitepe’deki dikilitaşların üzerindeki tasvirlerin, yıldızları temsil ettiği düşüncesi de oldukça dayanaksız. Şimdiye kadar dikilitaşlardaki tasvirlerin hepsinin, bölgede yaşayan yabani hayvanları resmettiğini biliyoruz. Bunların arasında tilki, aslan, akrep, akbaba gibi hayvanlar yer alıyor. Akbaba tasvirini göstererek ok ve yay simgesi düşünmek, hayal dünyasını fazlasıyla zorlamayı gerektiriyor.

Ayrıca tarih öncesi insanlar takımyıldızlarla yıldız kümelerini tıpatıp bizim günümüzde belirlediğimiz şekilde mi belirliyordu? Günümüzde kullandığımız takımyıldızlarıyla yıldız kümelerinin çoğu antik Mısır, Babil ve Yunan bilim insanlarıyla onların betimlemelerine dayanıyor.

Sonuç

Sonuç olarak sekiz bölümlük bu “belgesel”, ilginç bir şekilde gelişmiş, küresel bir Buzul Çağı uygarlığı teorisini destekleyecek kanıtlardan yoksun. Yani belgesel, tüm bilimi ve bilim insanlarını yok saymak dışında, kendi içinde bile oldukça tutarsız. Kendisinin sekiz bölüm boyunca gezdiği yerlerden sadece Göbeklitepe Buzul Çağı tarihlerine yakın. Gezdiği diğer alanlar arasında Meksika’dan, Endonezya’ya kadar dünyanın çok farklı bölgelerindeki yerler var. Bu sit alanları, Hancock’un iddia ettiğinin aksine arkeologlar tarafından incelenmiş ve Buzul Çağından çok daha sonraya tarihlendiği belirlenmiş yerler.

Hancock’un iddia ettiğinin aksine, arkeologlar gerçekleri toplumdan saklamak üzere görevlendirilmiş kişiler değil. Arkeologlar sadece kanıtlara dayanarak yorum yapan ve geçmiş kültürleri tanımaya çalışan bilim insanları. Geçmişte yaşamış herhangi bir “gelişmiş” uygarlığın insanlardan saklanması, ne arkeologlara ne de başkalarına herhangi bir şey kazandırabilir. Aksine böyle bir bulguyu paylaşmaktan her arkeolog büyük bir şevk duyar.

Hancock, aslında gazeteci kimliğini kullanan bir komplo teorisyeni. Anlattıkları, söyledikleri, ima ettikleri hiçbir somut kanıta dayanmadığı gibi, aynı zamanda kendi içinde de tutarlı değil. Aralarında binlerce yıl olan iki kültür tabakasında yaşamış insanları aynı insanlar olarak görecek kadar bilgisiz ya da bunu anlıyor ama izleyiciyi kandırabileceğini düşünüyor.

Ancient Apocalypse adındaki bu Netflix belgeseli, aslında çok uzun zaman önce modası geçmiş komplo teorilerinin allanıp pullanıp karşımıza biraz daha farklı bir şekilde çıkartılmış hali. Belgeselde adeta “uzaylı” denmeden uzaylılar anlatılıyor. Hancock’un gezdiği farklı bölgelerde “ilkel insanlar” vardı, ancak çok daha gelişmiş ve küresel ölçekteki bir ırk, bu ilkel ve vasıfsız insanlara medeniyeti öğretti. Ayrıca nasıl olduysa bu üstün ırk, küresel bir yayılım göstermesine rağmen bir tufan sonucu tüm kalıntılarıyla birlikte yok oldu.

Geçmişte Mısır piramitlerinin uzaylılar tarafından yapıldığı iddia edilmişti. Uzaylı mimarlara ilişkin teorinin popülerleşmesi, İsviçreli yazar Erich von Däniken’in 1968’de yayınlanan “Tanrıların Arabaları: Geçmişin Çözülmeyen Gizemleri” adlı kitabında görülüyor. Almanca yayınlanan ve sonrasında İngilizce’ye çevrilen kitap, antik medeniyetlerimize ait yapıların insanlar tarafından değil, dünya dışı yaşam formları tarafından inşa edildiğini iddia eden ilk çok satan kitap oldu.

ABD’de ilk olarak 1970’de yayınlanan “Tanrıların Arabaları” çevirisinin kapağı Christo Drummkopf imzalı kapağı.

Bugüne dek 65 milyonu aşkın kopyası satılan kitaptaki bazı fikirler, çoğu insana gülünç gelse de tehlikeli bir retorik araç haline geldi. Kitapta insan yapımı projelerin sorgulanması, sahte arkeoloji alanındakiler için esas alınmaya devam ediyor. Masum olmaktan bir hayli uzak olan bu uzaylı teorileri, Avrupalı olmayan Afrika ve Güney Amerika kültürleri ile Kuzey Amerika yerlilerinin başarılarını yok sayarak bu halkların “medeniyetsiz” olduğunu vurguluyor.

Hepsinin olmasa da, çoğu dünya dışı teorinin Mısır, Afrika, Güney Amerika ve Kuzey Amerika’daki arkeolojik yapılara odaklanması dikkat çekici. Bu durum, antik uzaylı mühendislere olan inancı, ırkçılığın bir görünümü olarak nitelendiriliyor.

Uluslararası pek çok gazeteci, Hancock’un ortaya attığı “fikirlerin”, Ignatius Donnelly’nin 1882’de yayınlanan “Atlantis: The Antediluvian World” adlı kitabında söylendiğini ve çoktan gözden düşmüş teorileri yeniden parlatmaya çalıştığını hatırlatıyor. Donnelly, 10.000 yıl önce bir sel tarafından yok edilen gelişmiş bir uygarlığa (Atlantis) inanıyordu. Bu uygarlıktan hayatta kalanların, insanlara çiftçiliğin ve anıtsal mimarinin sırlarını öğrettiklerini iddia ediyordu. Birçok sahte arkeoloji teorisi gibi, bu da ırkçılık temelli, yerlilerin vasıfsızlığını ve beyaz insanın üstünlüğünü savunan bir görüştü.

Ve son olarak Hancock’un iddia ettiği üzere arkeologlar kendisine düşman değil, sadece yanlış ve uydurma bilginin yayılımına itiraz ediyor.

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü mezunu. İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölümü Yüksek Lisans mezunu. Aynı üniversitede Doktora adayı. İletişim: ermanbu@gmail.com

You must be logged in to post a comment Login