200 yıl boyunca altı kıtada yapılan kazılar, daha önce çoğunlukla saklı kalmış bir geçmişe ses veriyor. Artık teknolojideki atılımlar daha da fazla keşif vaat ediyor.
“Hazine” kazmak, ilk yağmalanan mezarın kendisi kadar eski. Gömülü serveti ortaya çıkarma dürtüsü, sayısız insanda saplantı haline geldi, birkaçını zenginleştirirken diğerlerini deliliğin eşiğine sürükledi.
İngiliz gezgin Mary Eliza Rogers, 19. yüzyılın ortalarında Filistin’i ziyaret ettikten sonra, “Neredeyse tüm hayatlarını gizli hazineleri -kanûz- arayarak harcayan bazı adamlar var.” diye yazmıştı. “Bazıları deliye dönüyor, ailelerini terk ediyor ve çoğu zaman kapı kapı, köy köy dolaşıp yalvaracak kadar fakir olmalarına rağmen kendilerini zengin sanıyorlar.”
Rogers’ın karşılaştığı tüm servet avcıları umutsuz avareler değillerdi. Ayrıca, “toprağa gizlenmiş nesneleri görme gücüne sahip olduklarına inanılan”, kabaca büyücüler olarak tercüme edilen ‘sahir’lerle de karşılaştı. Genellikle kadın olan bu saygın kahinler, Rogers’ın, değerli eşyaların saklandıkları yerleri ayrıntılı olarak tanımlamalarına izin verdiğini söylediği bir transa giriyorlardı.
(Geleceğin Tarihçileri Günümüzü Nasıl Okuyacak?)
Arkeoloji, bu “toprağa gizlenmiş nesneleri”, basit hazinelerden gizli geçmişi görmemizi sağlayan güçlü araçlara dönüştürdü.
Rogers’ın zamanında yeni filizlenmeye başlayan bu bilim, ilk başta eski moda yağmalamadan çok az farklıydı, çünkü Avrupalı sömürgeciler vitrinlerini uzak ülkelerden antik heykeller ve mücevherlerle doldurmak için rekabet halindeydi. Ancak yeni disiplin, aynı zamanda, türümüzün zengin çeşitliliğinin yanı sıra ortak insanlığımızın anlaşılmasında devrim yaratan eşi görülmemiş bir keşif çağını da başlattı.
Bu size abartı gibi geliyorsa, arkeolojinin olmadığı bir dünya hayal edin. Şaşaalı Pompeii kenti yok. Nefes kesici Trak altını yok. Sık ormanlardan beliren Maya kentleri yok. Bir Çin imparatorunun pişmiş topraktan ordusu, bir çiftçinin tarlasının karanlık toprağının altında saklanmaya devam ediyor…
Arkeoloji olmasaydı, dünyanın en eski uygarlıkları hakkında çok az bilgimiz olacaktı. Rosetta Taşı olmasaydı, Mısır mezarlarının ve tapınaklarının duvarlarındaki esrarengiz semboller üzerine hala kafa yoruyor olacaktık. Mezopotamya’da gelişen dünyanın ilk okuryazar ve şehir toplumu, Kutsal Kitap aracılığıyla ancak belli belirsiz bilinecekti. Ve Hint yarımadasında İndus Nehri çevresinde kümelenmiş bu erken kültürlerin en büyüğü ve en kalabalık olanı asla ortaya çıkmayacaktı.
Alanlar ve eserler sistematik olarak incelenmeden tarih, zamanın kaprislerinden kurtulan birkaç metin ve anıtsal bina tarafından rehin tutulacaktı.
İki yüzyıl boyunca altı kıtada yapılan kazılar, öncesinde çoğunlukla toprak altında kalan bir geçmişe ses veriyor. Birçoğunun varlığından haberdar olmadığımız uzak atalarımız, kurtarılan alanlar ve nesneler aracılığıyla hikayelerini anlatabiliyor.
En azından 2500 yıldan daha uzun bir süre önce, Babil’in son kralı kadar eski zamanlarda, yöneticiler ve zenginler, önceki zamanların yansıyan güzelliği ve ihtişamının tadını çıkarmak için eski eserler topladılar. Roma imparatorları, başkentlerini süslemek için Akdeniz boyunca en az sekiz Mısır dikilitaşı taşıdı. Rönesans döneminde, bu pagan anıtlarından biri, Aziz Petrus Meydanı’nın merkezinde yükseldi.
1710’da bir Fransız aristokrat, MS 79’da Vezüv’ün ölümcül patlamasından bu yana büyük ölçüde korunagelmiş Pompeii yakınlarındaki bir kasaba olan Herculaneum boyunca tünel açmaları için işçilere para ödedi. Ortaya çıkarılan mermer heykeller, antik yerleri kazmak için Avrupa’ya yayılan bir çılgınlığı ateşledi. Yeni Dünya’da, Thomas Jefferson, kazançlı mezar eşyaları bulmak için değil, onu kimin ve neden inşa ettiğini değerlendirmek için bir Amerika yerlisi tümülüsünü açtırdı.
Mary Eliza Rogers’ın zamanında, Avrupalı kazıcılar dünya çapında yayılmaya başlamıştı, ancak çok azı kendini işine adamış bilim insanlarıydı. Çoğu zaman diplomatlar, subaylar, casuslar ya da sömürgeci yayılmaya sıkı sıkıya bağlı varlıklı işadamlarıydı ve çok az istisna dışında hepsi erkekti. Ulusal müzeleri ya da özel koleksiyonları için defterlerini doldurup Mısır mumyalarını, Asur heykellerini ve Yunan frizlerini alıp götürerek yurtdışındaki nüfuzlarını ve güçlerini hem çalışmak hem çalmak için kullandılar.
Zamanı hızla 1920’li yıllara sarın. Mısır firavunu Tutankamon’un mezarında ve Ur Kraliyet Mezarlarında bulunan gösterişli mücevherler, haber manşetlerine taşındı ve sanatın, mimarinin ve modanın seyrini değiştirdi. Ancak o zamana kadar eğitimli profesyoneller, açmalardan çıkan en değerli malzemenin, ele geçirilen altınlarda değil, kırık çanak çömlek ve dağılmış kemikler içinde gizlenmiş verilerde olduğunu kavramaya başlamışlardı.
İnce toprak katmanlarını kaydetmenin yeni yöntemleri, günlük yaşamı yeniden yapılandırmak için yeni yollar sağladı. Ve 1950’lerden başlayarak, organik maddenin radyoaktif bozunmasını ölçmek, araştırmacılara tarihi eserler için bugüne kadarki ilk güvenilir tarihi verdi.
Günümüzde, arkeoloji giderek açmalarda olduğundan daha çok laboratuvarlarda yapılıyor. Yanmış tohumlar, insan dışkısı, bir tencerenin dibindeki kalıntı gibi bir zamanlar değeri çok az olan şeyler günümüzün yeni hazineleri. Bu gösterişsiz kalıntılar, dikkatli bir analizle insanların ne yediklerini, kimlerle ticaret yaptıklarını ve hatta nerede büyüdüklerini ortaya çıkarabilir.
Gelişmiş teknikler, kaya sanatının tarihlendirilmesini ya da arkalarında çok az dayanıklı kanıt bırakan Avustralya’nın erken dönem Aborjin halkları gibi kültürlere dair fikir edinilmesini bile sağlayabilir. Dalgıçlar, Tunç Çağı ticaret gemisinden tüm okyanus felaketlerinin en ünlülerinden Titanik’e kadar uzanan gemi enkazlarına erişebildiğinden, artık deniz eski zamanlarda olduğu gibi aşılmaz bir engel değil.
Son on yılların en devrim niteliğindeki gelişmesi, eski kemiklerden genetik materyal çıkarma yeteneğimiz. Antik DNA, atalarımızın Neandertallerle nasıl etkileşime girdiğine dair bize ayrıntılı bir bakış açısı sağladı. Aynı zamanda Endonezya’nın Flores adasının olağanüstü küçük insanlarının yanı sıra uzun zamandır kayıp olan kuzenlerimiz Denisovalıların keşfedilmesine de imkan tanıdı.
Uydu görüntülerinden x-ışını floresansına kadar bir dizi yeni yaklaşım, bilim insanlarının toprağa kürek dokundurmadan veya değerli bir müze nesnesinden numune kesmeden, alanları ve eserleri incelemesine olanak tanıyor. Bu, bizim fark etmediğimiz ancak sonraki nesillerin değerlendirebileceği verileri kazara silme olasılığımızın daha düşük olduğu anlamına geliyor.
Yine de arkeolojinin tatsız geçmişinin kötü etkisi uzunca bir süredir devam ediyor. Son on yılda, Elgin Mermerleri’nden Benin Bronzları’na kadar, haksız elde edilen yabancı eserleri ülkelerine iade etme hareketi siyasi bir çekişme kazandı. Yüzyıllar boyunca, Amerika ve Avrupalıların yerel arkeologları eğitme veya destekleme konusundaki isteksizliği, sömürge imparatorlukları çöktüğünde, işi devam ettirecek deneyime sahip çok az yerli araştırmacı olduğu anlamına geliyordu. Bunu yapmak için mücadele edenler sık sık savaş, kaynak eksikliği ve kalkınma baskıları tarafından engelleniyor. Orta Asya’nın en büyük antik Budist merkezlerinden biri olan Afganistan’daki Mes Aynak, yağmacılar, roket saldırıları ve geniş bir bakır rezervinin üzerinde bulunan alanda maden işletmeyi amaçlayan hükümet planı sebebiyle tehdit altındaydı. Ağustos ayında ise Taliban’ın kontrolüne geçti.
Geçmiş yenilenemez bir kaynak ve buldozerle yıkılan veya yağmalanan her arkeolojik alan küresel bir kayıp. Günümüzde yerel toplulukların, parklar ve vahşi yaşam koruma alanları gibi doğal ekosistemlerin sağlığını ve esenliğini korumanın önemli bir parçası olduğu yaygın bir kanı. Aynısı atalarımızın geride bıraktığı şeyler için de geçerli.
Orta Doğu ve Orta Asya’daki alanları etkileyen yıkım daha da korkunç, çünkü çoğu zaman yoksul köylülerin onları korumakta çok fazla çıkarı olmuyor. Bu mirasa yönelik tehditler arasında, El Kaide ve Taliban gibi idol parçalayan grupların yanı sıra yağmalanmış eserlerin alıcıları ve satıcıları da yer alıyor. Hatta yeni inşaatların antik kalıntıları yok ettiği durumda, barış ve refah da bir tehlike arz ediyor.
Göz korkutucu engellere rağmen, arkeolojinin ikinci bir altın çağının -sömürgeci göstergelerden ve ırkçı varsayımlardan büyük ölçüde mahrum bırakılmış bir çağın- başladığına inanmak için iyi nedenler de var.
Arkeologlar artık diğer disiplinlerdeki meslektaşları ile daha yakın bir şekilde çalışırken, kadın ve yerel araştırmacıların akını bu çalışma alanını canlandırıyor. İklimbilimcilerin yardımıyla çağlar boyunca gerçekleşen küresel değişimin haritasını çıkarıyor, esrar ve afyon gibi uyuşturucuların antik yayılımının izini sürmek için kimyagerlerle işbirliği yapıyor ve fizikçilerle birlikte daha kesin tarihleme yöntemlerini araştırıyorlar.
Aynı zamanda, son bulgular, arkeolojinin geçmişimizle ilişki kurma biçimimizi kökten yeniden şekillendirme gücünü gösteriyor. Yaklaşık 12.000 yıl öncesine dayanan, bilinen en eski anıtsal yapılardan olan Göbekli Tepe, şu ana dek düşünüldüğünün aksine, toplumsal bazı ritüelleri uygulama dürtümüzün bizi yerleşmeye ve ekin ekmeye teşvik etmiş olabileceğini gösteriyor. Mısır’daki piramitleri inşaa edenler köleleştirilmiş insanlar değil, iyi ücretler kazanan ve iyi bira içen vasıflı işçilerdi. Ve antik DNA, atalarımızın gezegendeki yolculuğunun, ırk teorileri ve ulusal mitlere dahil edilemeyecek karmaşık bir hikayesini resmediyor.
Ancak arkeolojinin gerçek gücü, entelektüel bilgiyi ve anın inançlarını aşma kapasitesine dayanıyor. Uzun süredir saklanmış olanı ortaya çıkarmak, bizi yok olmuş atalarımıza içtenlikle bağlıyor. Bir arkeoloğun eski bir sikkeyi ortaya çıkarmak için üzerindeki kiri fırçaladığı ya da bir adak heykelinin incelikle yontulmuş yüzündeki topaklanmış toprağı dikkatli bir şekilde kaldırdığı o anda, zaman, kültür, dil ve inançların uçsuz bucaksız mesafeleri ortadan kalkabilir.
Sadece bir müzede vitrin camından ya da bir derginin sayfalarında bakıyor olsak bile, kendimizi bir çömleği şekillendiren, göz kamaştırıcı bir broş tutan veya savaşta ustalıkla işlenmiş bir kılıcı taşıyan kişiyle yakından bağlantılı bulabiliriz. Tanzanya savanasında yağmurlu bir günde bırakılan 3,7 milyon yıllık ayak izlerinin, sanki kendi yaratılışımızın şafağındaymışız gibi, akıldan çıkmayan bir dokunaklılığı var.
Arkeologların görevi gömülü hazineyi bulmak değil, uzun zaman önce ölenleri dirilterek onları bizim gibi mücadele eden ve sevilen, üreten ve yok eden, ve sonunda kendilerinden bir şeyler bırakan bireylere dönüştürmektir.
National Geographic. 21 Ekim 2021.
You must be logged in to post a comment Login