Bilim, bilginin yani bilme halinin ilk doğuşundan bu yana varlığını sürdüren bir organizmadır. İlk üretim malzemelerin aktarımı da bugünün bilgi aktarımına eş değer şekilde kültürleri oluşturmakta ve yeni nesiller ile beraber bu süreklilikte kültürün yaratım ve değişim süreçlerini kökten etkilemektedir. Basit bir indirgemeden öte ilk öğreten ve öğrenen arasındaki ilişki, yani ilk bilgi aktarım halinden bu yana bu mekanizma büyük bir değişiklik yaşamadan bu güne kadar aktarılmıştır. Çünkü öğrenmek ve öğretmek, temel bir mekanizma olarak insana kültür yaratma yetisini sağlayan ana etmenler arasında öncelikli bir yere sahiptir.
Bu, tüm üretim alanları için geçerli olmakla birlikte (usta-çırak vb.) bugüne geldiğimizde direkt bir üretim içerisinde değil, üretmenin entelektüel ve teknik birikiminin aktarıldığı kurumlara dönüşerek (okul) değişmiştir. Kültürel sürecin gelişimi içerisinde üretmek (bilgi – meta) farklı yaklaşımlarla sınanmış ve insanın çevresindeki dünyayı anlama ve tanımlama süreçlerinde bazı farklar doğurmuştur. Ancak bu farklılıklar arasında insanın yaşamına dair çok keskin bir ilişki olmakla beraber ve bugün toplumunu yaratan esasında bu farklardır. Bu diyalektik bir ilişkidir.
Bu temel süreçler ise tüm insanlık adına karar verme yetkisine sahip olmuş ve tarihi de çok eskiye dayanmayan bir kitle tarafından desteklenmekte ve/veya gölgelenmektedir. Yöneticiler olarak adlandırılabilecek olan bu kitle, bilgi ve bilginin aktarımında kendi yönetimsel çıkarları içerisinde sürekli bir filtreleme yapmaktadırlar. Bu kitleler, tarih sahnesine çıktıklarından bu yana doğal bir kültür yaratma sürecini kendi menfaatleri üzerinden bozuma uğratarak bilgiyi tekilleştirmektedir. Bu durum yönetenler için var olma-yok olma meselesidir.
Bu durumda yönetenlerin varlığını sürdürebilmesi için bilgi üretim ve bilgi aktarım süreçlerine müdahale etmeleri zorunluluğunu doğurur. Çünkü yeni nesiller yetişirken ve şu anki yönetimi (bu çeşit yönetim biçimini doğal bir süreç gibi göstermek için değil…) seçme durumuna geldiklerinde öğrendikleri üzerinden yönetimi olumlayacaklar ya da mevcut yönetimi ortadan kaldıracaklardır. Bu yüzden bugün var olan yönetimler yarın da varlıklarını sürdürebilmek için “okula” yani bilgi aktarımına müdahale etmek zorundadırlar. Bu yöneten kitlenin insanın DNA’sı ile sürekli oynaması ve sürekli olarak kendisini destekleyecek bir yeni bir nesil yaratmasına benzemektedir. Bu nedenle yöneten sınıfların bu öğrenim süreçlerine yaptığı müdahaleler, toplumu sürekli olarak bilgiden uzaklaştıran aşağılık müdahaleler olarak algılanmalıdır. Çünkü bilgi ve bilim, politik bir tekleşmeyi reddeder. Ayrıca bu tip müdahaleler ile tarihte ve bugün yoğunlukları değişmekle birlikte her ülkede karşılaşılmaktadır.
Bu müdahalelerde ise yönetenlerin ilk hedefi kendisine yarayacak bilgiyi öğretecek bir öğretici kitlesi yaratmak ve kendisi ile uyuşmayan öğretici kitlesini öğretici olmaktan uzak tutmak olur. Bu, doğrudan ve/veya dolaylı yollardan yöneten kitle tarafından sürekli olarak tekrarlanmaktadır. Muhalif olarak taraflaştıracağımız kitle bazen bir darbe, bazen bir yasa ya da benzer yöntemler ile sürekli olarak okuldan ve yani yeni nesillerden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu durumlarda muhalifin ya da muktedirin haklı ya da haksız olduğu gibi bir değerlendirme yapılamaz. Çünkü kültürün yaratım sürecinde doğru olan bilgi oluşum ve aktarım süreçlerinde değerlendirilir. Bilgi oluşumunda hiçbir katkısı olmayan yönetici kitlesinin neyin doğru neyin yanlış olduğunu kararlaştırmaya hakkı yoktur. Yasalar bu hakları onlara verse dahi insanın kültür tarihi bu hakkı onlara vermemektedir. Galileo’nun hikayesi bu tip bir duruma örnektir;
“Galile, teleskopla yaptığı gözlemlerin de desteği ile, geçmiş yüzyılda Kopernik’in (1473-1543) geliştirdiği güneş merkezli evren kuramına kanıt sağladığını düşünür, bu kuramı destekler. Galile’nin bu tavrı, Kilisenin temsil ettiği öğretinin dışına çıkmak, dolayısıyla iktidarına karşı gelmek sayılır. Kilise, benimsediği öğretiyi denetleme işlevini yerine getirir, bu amaçla zoru da içeren iktidarını kullanır. Bunu yaparken Kilise Galile’nin öne sürdüğü verilerin geçerliliğinin değerlendirilmesine göre değil, kendi konumunun gereklerine göre hareket eder.
Galile’ye yalnız Kilise değil, çağının bilgili sayılan kişileri de karşı çıkar, ancak bu konuda Kilisenin daha etkin olmasının nedeni, iktidarı elinde bulundurmasıdır.
Bu tarihi olaydan çıkarılabilecek sonuç, bilimin verileri ve uygulamaları önünde, kurumların o zamana kadar ki varlıklarını ve işlevlerini yeniden tanımlaması gereğidir. Galile örneğinde ortaya çıkan, Papa’nın iktidar ve benlik sorunları, devrinin koşulları, olayların dokusunu oluşturmakta, ama bilimsel sürecin dinamizmi ile kurumların yerleşikliğinden ve ataletinden kaynaklanan sorun bir ya da başka dokuda ortaya çıkabilmektedir…
Kurumlara süreklilik sağlayan anlayışın, bilimsel gerçeklere uygun bir dönüşüme kolaylıkla ve hemen girebileceği yönündeki yaygın beklenti ise, gerçek tarihte olduğu gibi bu oyunlarda de gerçekleşemiyor…
Galile olayın da görülen güvenli iyimserliği daha sonra yerini eleştirel bir anlayışa bırakmaktadır. Galile olayının önemli kişilerinden Sagredo, bu sürecin pek basit olmayacağını önceden sezer; teleskopla yapılan gözlemler Aristo’nun yer ile gök arasında tanıdığı kesin nitel ayırımı geçersiz kılınca, “Papa, gök ve cennet yok artık, diye mi yazacak hemen defterine?” der. Bu sözler, Papalık, öğretisine ters düşen verileri kolay
kolay kabul etmez, anlamına gelmektedir… “
Feyerabend bu olay üzerinden bugüne atıfta bulunur: “Modern bilim adamının tabi olduğu idarî kısıt(lama)ların Galile dönemine oranla şüphesiz hiç de aşağı kalır bir yanı yoktur.”
Evet Feyerabend’ın söylediğine bugün de katılmamak mümkün değildir. Bugün bilim, ülkemizde iktidar postalları altında ezilmektedir. Bu yalnızca bugünün problemi değil elbette çok daha öncesinde bu durumun pek çok örneğini gördük. Bu müdahaleler iktidarın kendini var etmek için verdiği bir refleksten başka bir şey değildir. İktidarın var olma mücadelesinin parçası olan bu refleks ise bizlerin özgür bireyler olarak var olma mücadelemizin karşısında durmaktadır. Bu konuda taraf olmaktan hiç çekinmeden şunu söylemek zorundayız; özgür bireyler olmak ve özgür gelecek nesiller için hocalarımızın yanındayız.
“Galile doğru bildiğini yadsıyıp göz hapsinde tutulduğu surede İki Yeni Bilim üzerine Konuşma’yı yazar, öğrencisi ve genç bilim adamı Sarti,Galile’yi hep bir duyarlık içinde değerlendirmekte, bir lanetleyip bir yüceltmektedir. Sarti, Galile’nin bu kitabı yazmış olmasının bildiğini geri almış olmaktan gelen tüm olumsuzlukları silip götüreceğini düşünür.
Şöyle der Sarti:
“Bilimin yalnız bir gereği vardır, o da bilime katkıda bulunmaktır.”
Bu, bilim adamını birey olarak öteki toplumsal sorumluluklardan soyutlayan, bilim adamını dar anlamda uzman olarak gören anlayıştır. Oysa Galile, yeni bilgiyi kültür içinde özümlemeye çalışmış bir hümanist olarak, öz eleştiriyi de içeren bölümde Sarti’nin değerlendirmesine şöyle karşılık verir:
“Ben bu gereği yerine getirdim. Hoş geldin pislik çukuruna, bilim kardeşi ve ihanet yeğeni”
Belli ki Galile toplumsal sorumluluklardan soyutlanmış bir bilim uğraşını, kendi durumunu da anımsatarak, pislik çukurunda bulunmaya benzetiyor. Galile böyle bilim adamlarını “herhangi amaç için kiralanabilecek mucit cüceler” olarak görür…”
You must be logged in to post a comment Login