Ürdün’ün Kayıp Vahası Petra’nın Keşfi

1800’lerin başında İsviçreli bir kaşif yolunu şaşırarak, konumu yüzyıllardır iyi korunmuş bir sır olan antik vaha Petra’ya ulaştı. 

Ed Deir (Manastır) olarak bilinen bu yapı, tanrılaştırılmış kral I. Obodas’ın onuruna yapılmış bir tapınaktı. Bizans döneminde ise kilise olarak kullanıldı. C: Emile Guillemot / Unsplash

Ürdün’ün ıssız çöl kanyonları ve engebeli dağlarının derinliklerinde, antik bir hazine olan taş şehir Petra yatıyor. UNESCO Dünya Mirası Alanı ve dünyanın yeni yedi harikasından biri olan Petra, doğrudan kumtaşı kayalıklarına oyulmuş mezarlar, anıtlar ve diğer ayrıntılı dini yapılardan oluşan dev bir metropol.

MÖ 9000 gibi erken bir tarihte yerleşim gördüğüne inanılan Petra, Nebati krallığının gelişen başkenti haline gelmişti. Bu az anlaşılan Orta Doğu kültürü, MÖ 3. yüzyıldan Roma’nın yükselen gücüne boyun eğdiği MS 1. yüzyıla dek günümüz Ürdün’ünün büyük bir kısmını yönetmişti. 

(İlgili: Petra: Kayaya Kurulmuş Bir Antik Kent)

Roma’nın bölgeyi ele geçirmesinden ve ticaret yollarının değişmesinden sonra, şehir gitgide önemini yitirdi ve sonunda tamamen terk edildi. Ve 19. yüzyılın başlarında bir gezginin Bedevi kostümü giyip gizemli bölgeye sızdığı zamana dek Avrupalılar, Petra’nın gül kızılı duvarlarını görmemişlerdi. 

Kılık Değiştirmiş Kaşif

1812’de İsviçreli bilgin Johann Ludwig Burckhardt, kendisini Bedevi rehberinin yönlendirdiği kurumuş bir nehir vadisinin girişinde buldu. Kayalık kanyonda dikkatle ve yavaş yavaş ilerlerken, duvarların neredeyse gökyüzünü kapatacak kadar yüksekte olduğunu fark etti. Ancak diğer taraftaki açıklığa çıktığında Burckhardt’ı olağanüstü bir manzara bekliyordu: masif kayadan yontulmuş ve en tepesinde muhteşem bir “urne” (ölü küllerinin saklandığı kap) figürü ile taçlandırılmış yaklaşık 45 metre yüksekliğinde muhteşem bir yapı.

İki bin yıldan fazla bir süredir Al Khazneh, yani Hazine’nin özenli kumtaşından sütunları Petra’ya gelenleri karşılıyor. C: Artem Kniaz / Unsplash

İsviçreli kaşif şaşkınlığını kontrol etmek zorunda kaldı. Arap dünyasına dair tutkulu bir uzman olan Burckhardt, çöl seyahatlerinde söylentileri kendisine ulaşan gizemli kayıp şehri bulduğunu biliyordu. Yüzyıllar sonra Petra’ya giren ilk Avrupalı olmuştu. 

Arap cübbelerine bürünmüş Burckhardt, heyecanını kendine saklamak zorundaydı. Bedevi rehberi onun – Burckhardt’ın kendisine neredeyse kusursuz bir Arapça ile açıkladığı üzere – Hindistan doğumlu bir Kuran öğrencisi olan Şeyh İbrahim ibn Abdullah olduğuna ve bu uzak yere dini bir adağı yerine getirmek için geldiğine inanıyordu. Son derece dikkatli hareket etmesi gerekiyordu. Herhangi bir yanlış hareket, görevini ve belki de hayatını tehlikeye atarak kimliğini açığa çıkarabilirdi.

Efsaneler Şehri

Kayıp zenginliklerle ilgili efsaneler, Burckhardt’ın az önce görmüş olduğu aynı urne tepeli anıtın etrafında dönüyordu. Uzun zaman önce hırsızlar tarafından bu urneye gizlenen bir hazineye dair yerel kabileler tarafından anlatılan hikayeler sebebiyle Arapça’da bu yapı Al Khazneh, yani Hazine olarak biliniyor. 

Bugün tarihçiler bu muhteşem yapının MS 1. yüzyılda yaşamış bir hükümdarın, belki de Nebati kralı IV. Aretas’ın mezarı olduğuna inanıyorlar. İçeride, herhangi bir dekoratif ayrıntı ve -en azından şimdiye kadar bilindiği kadarıyla- hazine içermeyen bir mezar odası bulunuyor.

Burckhardt, seyahatleri sırasında, Bedevi kabilelerinin başka bir Petra harikasının hikayesini anlattığına da kulak misafiri olmuş olabilir: Kasr el-Bint – Firavun Kızının Sarayı. Efsaneye göre yapı, sarayına su kanalı yönlendirebilecek herhangi bir erkekle evlenmeye söz veren bir prensese ait. 

Bugün Petra’da ayakta kalan yapıların en iyi korunmuş olanlarından biri olan Kasr el-Bint, anıtsal girişin yanında duruyor ve sütunlu caddede önemli bir odak noktası. C: Wikimedia Commons

Gerçekte, Petra’da kayadan oyulmamış tek anıt örneği olan bu yapı, büyük bir tapınak. Uzmanlar, dört sütunlu bu yapının Nebati tanrıları Dushara (adı “Dağın Efendisi” anlamına gelen baş tanrı) ve El-Uzza (İslam öncesi Arabistan’daki bereket tanrıçası) kültüne adandığını düşünüyorlar. 

Nebatiler Vahası

İncil’de Petra’nın etrafındaki alan, Yakup’un ağabeyi Esav ve onun soyundan gelen kavmin yerleştiğine inanılan topraklar olan Edom olarak adlandırılıyor. Petra’nın MÖ 13. yüzyılda, kuzeybatıda Ölü Deniz (Lut Gölü) çevresindeki bölgeden ve güneyden Akabe Körfezi’nden istila eden Sami kabilelerinin işgal ettiği yerleşimler arasında olması muhtemel. Petra, diğer şehirlerden oluşan bir konfederasyonla birlikte, batıdaki İbrani kabileleriyle sürekli çatışma halindeydi. 

Çok sonrasında ise, muazzam zenginlikleriyle Petra’yı Gül Şehri’ne dönüştürecek yeni bir yerleşimci dalgası geldi. Romalı Yahudi tarihçi Josephus’a (Yosef ben Matityahu) göre bunlar, İncil’deki İsmail’in oğlu Nâbit (Nebaioth / Nabayot) soyundan gelen Nebatilerdi. Günümüzde Nebatilerin, Arabistan kökenli olduklarına ve Petra’ya MÖ 4. yüzyılda tatlı su bolluğunun cezbettiği göçebe tüccarlar olarak geldiklerine inanılıyor.

Burada yerleşik bir yaşam tarzına geçen Nebatiler, son derece gelişmiş bir sulama sistemi yaratarak su mühendisliğinde uzmanlaştılar. Yağmur ve kaynak suları sarnıçlarda toplanarak buralardan şehre dağıtılıyordu. 

Petra, oyulduğu kayaların renginden dolayı Gül Kızılı Şehir olarak da biliniyor. C: Jorge Fernández Salas / Unsplash

O zamanlar yerleşim, kızıl çölün ortasında yemyeşil bir kentsel vahaysa, yerel gelenekte, Musa peygamberin asasından bir kayaya vurarak su akışını sağladığı İncil’deki Çıkış Kitabı’ndaki bölümün neden Petra’da geçtiğini anlamak kolay. Yerel versiyona göre, Burckhardt’ın Petra’ya vardığı “The Siq” adlı dar vadi, Musa peygamberin kayaya vurmasından sonra açığa çıkan su akıntısı tarafından oluşmuştu.

Bu en değerli kaynakların kökeni ne olursa olsun, yaratıcı Nebatiler şehirlerini geliştirmek için suyu kullandılar. Hindistan, İran ve Arabistan’ı Akdeniz, Mısır ve Fenike’ye bağlayan baharat yolu geliştikçe Petra da gelişti.

Kervan trafiği üzerinde tekel kuran Nebati başkenti, antik dünyadaki ana ticaret akışına açık kalırken kendisini düşmanlardan korumayı başardı. Yüzyıllar boyunca baharat, ipek ve tütsü yüklü develerden oluşan kervanlar Petra’ya geldi. Çöl yorgunu tüccarlar, sadece şehrin korumasından faydalanmak için değil, aynı zamanda Nebatilerin sağlayabileceği en değerli kaynağı, tatlı suyu stoklamak için de geçiş ücretlerini kendi istekleriyle ödediler.

Petra Antik Kenti’ndeki Obelisk Mezar ve Triclinium. C: Jorge Fernández Salas on Unsplash

Merkezi Konumdan Durgunluğa

Petra’nın olağanüstü anıtlarının çoğu, MÖ 8 ila MS 40 yılları arasında Kral IV. Aretas’ın saltanatı sırasında inşa edildi. Neredeyse bir asır boyunca, Petra’nın ihtişamı, batıdaki daha büyük bir imparatorluk – Roma – tarafından gölgede bırakılana dek ışıl ışıl parladı. MS 106’da imparator Traianus, Nebati topraklarını ele geçirdi ve bölge, Roma İmparatorluğu’nun Arabia Petraea eyaleti olarak tanındı.

Yeni Roma eyaletinin başkenti Bostra’nın (bugün Busra el-Şam olarak biliniyor) gölgesinde kalan Petra’nın siyasi etkisi gitgide azaldı. Çok daha sonrasında, Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Petra, Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir eyalet başkenti oldu. Ancak MS 7. yüzyılda bölgenin Müslüman güçlerin eline geçmesiyle birlikte Petra ortadan kayboldu. Bir dizi depremden sonra harabe halindeyken, Wadi Musa (Musa Vadisi) olarak bilinmeye başlandı.  

Haçlı Seferleri sırasında bölge, şehrin kendisinden çok St. Aaron (Harun) Manastırı ile tanınıyordu. Manastır, Arapça’da Cebel Harun olarak bilinen Hor Dağı’nda, Musa peygamberin kardeşi Harun’un mezar yeri olduğunda inanılan yerde bulunuyordu. 12. yüzyılda, Sultan Selahaddin Eyyubi, Kutsal Toprakların çoğunu Haçlılardan geri aldığında, Cebel Harun ve Harun kültü, Müslümanların hac yeri haline geldi. 

Ancak bir grup insan, Petra’nın kalıntılarına sadakatini sürdürüyordu: şehri, kaleleri olarak kullanan Bedeviler. Yüzlerce yıl yerini oldukça iyi korunan bir sır olarak saklamaya devam ettiler.

19. yüzyılda Avrupalı sömürgeciler, Orta Doğu’yu keşfetmenin ticari olduğu kadar romantik olduğu düşüncesi tarafından da yönlendirildi. Kayıp uygarlıkların kalıntılarını bulma olasılığı, aralarında Johann Ludwig Burckhardt’ın da bulunduğu bilim insanlarının hayal gücünü alevlendirmişti.

Petra Arayışı

1784’te doğan Burckhardt, 1806’da öğrenimini ilerletmek için İngiltere’ye gitti. Cambridge Üniversitesi’nde Arapça okuyan Buckhardt, yetenekli acemileri Nijer Nehri’nin kaynağını bulmak için görevlendiren Londra merkezli “Afrika’nın İç Kısımlarının Keşfinin Teşvik Edilmesi Derneği”ne üye oldu ve bu görev için kabul edildi. Seferi, Kahire’den yola çıkacaktı. 

1809’da Burckhardt, böylesine tehlikeli bir göreve gitmeden önce, Arapça ve İslam üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmak için Suriye’yi ziyaret etmeye karar verdi ve orada kendisi için bir arka plan oluşturmaya başladığı İbrahim ibn Abdullah takma adını benimsedi. Arapça konuştuğunda kulağa yabancı gelen aksanıyla ilgili tüm şüpheleri gidermek adına, bu yeni karakterin kökenleri Hindistanlı olan bir Müslüman olması gerektiğine karar verdi.

Suriye’de geçirdiği dört yıllık yoğun bir eğitim ve seyahat döneminden sonra Burckhardt, sonunda Kahire’ye gitmeye hazır olduğunu düşündü. Mısır’a giden en direkt yol sahil boyunca uzanıyordu, ancak Burckhardt daha zorlu bir yol seçmişti: Avrupalıların pek aşina olmadığı bir bölge olan Ölü Deniz yakınlarındaki çöl güzergahını. Notlarında da yazdığı gibi, amacı, Arap dünyası hakkındaki zaten kapsamlı olan bilgisini pekiştirmek ve aynı zamanda “tamamıyla bilinmeyen bir bölgenin coğrafyası” hakkında bilgi toplamaktı. 

Burckhardt 18 Haziran 1812’de Şam’dan ayrıldı. Şimdi Ürdün olan bölgeden güneye doğru ilerlerken, Harun’un mezarının bulunduğuna inanılan Cebel Harun yakınlarında yer alan bir şehir hakkında konuşulduğunu duymuştu. Eserleri gizemli Petra’ya atıfta bulunan Diodorus Siculus, Strabon ve Josephus gibi klasik yazarlar ve tarihçiler hakkında bilgisi olan Burckhardt, gittikçe artan bir heyecanla, “kayıp” şehrin yakınında olabileceğini fark etti. Tam bu noktada, ikinci kişiliği İbrahim için inandırıcı bir hikaye uydurdu: Artık o, Harun’un mezarında kurban adağını yerine getirmek için uzaklardan seyahat eden dindar bir yolcuydu. 

Yerel bir rehber tutan Burckhardt, Bedevilerin bölgesine girdi. 22 Ağustos 1812’de Burckhardt, o karanlık ve dar vadinin sonuna geldiğinde Al-Khazneh’nin cephesinin ihtişamıyla karşı karşıya kaldı. Tüm dikkatine ve sağduyusuna rağmen yapıları incelemeye ve not almaya karşı koyamadı. Keşifle ilgili daha sonraki açıklamasında, rehberinin şüpheye düştüğü o an için şöyle yazmıştı: Bedevi öfkeyle, onu hazine çalma niyetinde olmakla suçlayarak, “Şimdi senin bir kafir olduğunu açıkça görüyorum.” Burckhardt bu suçlamayı reddederek Harun’un mezarına doğru yola devam etti. 

Petra Antik Kenti’nin simgesi Al Khazneh (Hazine), yaklaşık 1 km’lik dar bir geçitten sonra aniden beliriyor. C: Brian Kairuz / Unsplash

Mısır’a vardığında Afrika derneğine, “Jebel Shera’nın tepelerinde Wadi Musa adında bir vadi var” diye yazdı ve şöyle devam etti: “Orada Petra olduğunu tahmin ettiğim antik kentin kalıntıları var..bildiğim kadarıyla hiçbir Avrupalı gezginin ziyaret etmediği bir yer.”

Beş yıl sonra, onu Mekke ve Medine’ye götüren birçok seyahatten sonra Kahire’de, nihayet Nijer Nehri’ni keşfetmeye hazırdı. Ama zaten maceralarla dolu kısa bir yaşamda Burckhardt, bu hedefine asla ulaşamayacaktı. 32 yaşında dizanteriye yenik düştü ve Bedevi rehberinin dikkatli bakışları altında incelediği bu harika yapıları tekrar ziyaret etme hayalini asla gerçekleştiremedi.


National Geographic.

You must be logged in to post a comment Login