Toplumsal Cinsiyet Arkeolojisi Üzerine Röportaj

Toplumsal cinsiyet üzerine arkeolojik çalışmalar dünya çapında uzun süredir yapılıyor olsa da, Türkiye’de bu konudaki çalışmalar nispeten çok daha yeni.

Başında kuş tüyleriyle, Nana adı verilen Neandertal kadın rekonstrüksiyonu, Gibraltar Müzesi C: S. Finalyson/ Gibraltar Ulusal Müzesi

Toplumsal cinsiyet arkeolojisi çalışan az sayıdaki araştırmacıdan İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölümü doktor adayı Sera Yelözer Aksaray’daki prehistorik Aşıklı toplumunda yaşa ve toplumsal cinsiyete dayalı kimliklerin nasıl inşa edildiğini inceliyor. Arkeofili yazarlarından Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi doktor adayı Aysel Arslan ise prehistorik dönemde Batı ve Kuzeybatı Anadolu’da kil obje üretiminde yaşa ve cinsiyete dayalı iş bölümünü araştırıyor.

Biz de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Sera Yelözer ve Aysel Arslan ile toplumsal cinsiyet arkeolojisi üzerine röportaj yaptık.

Öncelikle toplumsal cinsiyeti tanımlayabilir misiniz? Sosyal bilimlerde toplumsal cinsiyet kavramı nasıl tanımlanmış ve bu tanım süreç içerisinde nasıl dönüşmüştür?

Sera Yelözer: Toplumsal cinsiyet, bireylerin kültürel açıdan tanımlanmalarını, kimliklendirilmelerini, toplumsal değerlere uygun roller üstlenmelerini sağlayan bir kavram. En geleneksel tanımıyla, bireylerin toplumsal görev ve rollerinin ne olduğunu, hangi koşullar altında nasıl davranacaklarını, neyi nasıl tecrübe edeceklerini, nasıl görüneceklerini, hangi mekanlarda yer alabileceklerini, toplumsal yaşamın bütününde nasıl var olacaklarını belirleyen kültürel, sosyal, ekonomik ve ideolojik normlar bütünüdür diyebiliriz. Kültür içerisinde edinilen bir kavram olması itibariyle de farklı cinsiyetlerden bireylere atfedilen roller o kültür içerisinde belirlenir, öğrenilir ve aktarılır; yeniden tanımlanabilir, reddedilebilir, zaman içerisinde değişebilir. 

Toplumsal cinsiyet tarihin farklı dönemlerinde farklı topluluklar için farklı anlamlar, görüngüler taşıdığı, farklı şekillerde tecrübe edildiği gibi, farklı disiplinlerde bu konu üzerinde çalışan araştırmacılar tarafından nasıl tanımlandığı da tarih boyunca değişti, dönüştü diyebiliriz. Bugün toplumsal cinsiyeti ikili karşıtlıkları aşan, kesişen ve dönüşen bir olgu olarak tanımlıyoruz fakat ilk çalışmalar sıklıkla kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklara vurgu yapma, toplumsal yaşamı buradan açıklama eğilimindeydi. Örneğin bir toplumda kadınlara ve erkeklere atfedilen rolleri belirleyen birincil faktörün biyoloji, fiziksel güç, kapasite olduğunu söyleyen, bugün biyolojik indirgemecilik dediğimiz yaklaşım hakimdi. Buna göre, bu farklılıklar tarihteki ilk toplumsal iş bölümünün de kaynağıydı.

18.-19. yüzyıl Batı sosyal düşüncesinde bu yaklaşımın izlerini görebiliyoruz. Aslında bugün hala erkekleri hane dışında, kamusal yaşam ile, kadınları ise hane içi ile ilişkilendiren görüşün kökenleri bu kadar eski. Kültürel referanslarını demokratik alana katılma hakkını özgür, soylu erkeklere tanıyan Antik Yunan toplumlarından alan Aydınlanma felsefesinden, ilk iş bölümünün ortaya çıkışını kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklara dayandıran erken dönem Marksist literatüre kadar yaygın bu görüş, bir sonraki yüzyılda feminist antropologlarca eleştirilmeye başlar. Bu aşamada toplumsal cinsiyet de sosyal bilimlerde kavramsallaştırılan araştırma sorularından biri olur.

C: Aşıklı Höyük Projesi Arşivi

Arkeolojide toplumsal cinsiyet odaklı çalışmalar nasıl doğdu?

Sera Yelözer: Tarih, sosyoloji, antropoloji gibi farklı alanlarda ilk önce “kadın çalışmaları” olarak başlayan, daha sonra sosyal bilimlerdeki ve siyasal alandaki dönüşümlerle birlikte odağına toplumsal cinsiyeti alan çeşitli eğilimlerin arkeolojide cinsiyet çalışmalarının gelişimine de etkisi olmuş. Sosyal bilimlerin diğer alanlarına kıyasla arkeolojide biraz geç başlayan bu çalışmaların ortaya çıkışı 1980’li yılları bulmuş. Arkeolojide “Batılı beyaz adamın” söyleminin merkezinde uzun bir süre tarihin ilerletici gücü olarak “avcı erkek” yer alıyordu. Fakat 70’li yıllarda arkeologlar geçmişte erkeklerin yanı sıra kadınların rollerinin neler olduğu sorusunu sormaya başladılar. Örneğin 1979’da Norveç’te tarihöncesinde kadınların rollerini sorgulayan “Tümü erkek miydi?” başlıklı bir toplantı düzenlenir. Fakat bu toplantıda sunulan bildirilerin basılabilmesi sekiz yıl sürer. Araştırmacılar bu dönemde toplumsal cinsiyet odaklı çalışmalarını alanın etki değeri yüksek dergilerinde yayınlayamazlar. Yani bu çalışmalar bir süre görmezden gelinir ana akım arkeoloji tarafından. Fakat 80’li yıllarda, arkeolojide üretilen bilginin feminist eleştirileri, aynı zamanda disiplinin içindeki cinsiyet eşitsizliğine dair de eleştiriler yaygınlaşmaya başlar. Bu gelişmeler tabii o dönemde Kuzey Amerika, Avrupa ve İskandinav ülkeleri için geçerli. Türkiye’ye baktığımızda o dönemde benzer bir akım göremiyoruz, bunun çok nedeni var ama sanırım en önemlisi aynı dönemde ülkede yaşanan gelişmeler, askeri darbeler, üniversite ve özgür bilim üzerindeki baskılar. Tüm bunlar o dönemde Türkiye’de eleştirel bir arkeolojinin gelişmesini engellemiş olmalı.

Aysel Arslan: Özellikle Batı’da 1980’lerden beri süregelen ve feminist hareketlerle dönüşüme uğrayan toplumsal cinsiyet arkeolojisiyle kıyasladığımızda, Türkiye’de toplumsal cinsiyet arkeolojisi çalışmalarının henüz başlangıç aşamasında olduğunu söylemek belki de yanlış olmaz. Her ne kadar Türkiye’deki çeşitli arkeolojik yerleşimlerde toplumsal cinsiyet ilişkileri hakkında pek çok çalışma yapılmış olsa da bunların büyük bir bölümü dünyanın çeşitli yerlerinden gelerek Türkiye’deki arkeolojik kazılarda görev alan yabancı akademisyenlerce hazırlanmıştır. Buna karşılık, Türkiye’nin kendi yetiştirdiği arkeologların bu konuda hemen hemen son 5 yıldır çalışmalar yaptığını söylemek mümkün. 

Barcın Höyük’te Neolitik dönemden kalma bir parmak izi. C: Aysel Arslan

Tarihöncesi toplumlarda cinsiyet rolleri nasıldı, cinsiyete dayalı bir ayrışma var mıydı? Arkeolojide bu tür çıkarımlara hangi yöntemler ile ulaşabiliyoruz?

Aysel Arslan: Bu soruya tek ve kesin bir cevap vermek son derece zor. Aslında, günümüzde olduğu gibi her topluluğun kendi sosyal ve kültürel değerlerine, geleneklerine göre kendine has bir cinsiyet ve toplumsal cinsiyet algısı olmalı. Özellikle yazılı belgelerin olmadığı tarih öncesi topluluklarda cinsiyet ve toplumsal cinsiyet gibi kavramların nasıl şekillendiğiyle ilgili çıkarımları dolaylı yollardan yapabiliyoruz.

Her ne kadar günümüzde biyolojinin kadın ve erkeklerin toplum içindeki rollerini belirlediği yaygın bir görüş olsa da arkeoloji her toplumun kendine has yöntemleri olduğunu bize gösteriyor. Yani bir toplulukta “kadın işi” olarak görülen bir şeyin başka bir toplulukta “erkek işi” veya “herhangi birinin işi” olduğunu görüyoruz. Özellikle tarih öncesi çalışmalarının beslendiği bir kaynak olan etnografi ve etnoarkeoloji bize şunu söylüyor: Her toplulukta yaş, toplumsal cinsiyet ve statüye dayalı bir iş bölümü var, fakat bu iş bölümünün nasıl şekillendiği topluluktan topluluğa değişiklik gösterebiliyor. Bir toplulukta kadınlara atfedilen sepetçilik veya dokuma, başka bir toplulukta erkeklerle ilişkili işler arasında sayılabiliyor.

Toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünü anlamak için arkeolojide farklı yöntemler kullanılıyor. Özellikle mezarlar ve insan kalıntıları bu konuda bize son derece yardımcı oluyor. Tarih öncesi toplulukların ölü gömme uygulamaları, ölen kişinin yanına bıraktıkları mezar hediyeleri, bu bireylerin yaşamları sırasında ne tür işler yaptıklarına dair ipucu verebilir. Tabii, bu tür yorumları yalnızca mezar hediyeleri üzerinden yapmak doğru olmaz, çünkü bireylerin kendi mezarları üzerinde ne kadar söz sahibi olduğunu tespit etmek zordur. İnsan iskeletlerinin analiz edilmesi, kimlerin hayatları boyunca ne tür işlerle uğraştığını anlamamıza olanak tanır. Bugün olduğu gibi tarihöncesi dönemde de insanların sürekli yaptıkları hareketler, iskelet yapılarında kalıcı izler bırakır. Örneğin, eğer bir topluluğun belli bir bölümünün dişleri istikrarlı bir biçimde aynı şekilde aşınıyorsa, bu insanların dişlerini kullanmalarını gerektiren bir işle sık sık meşgul oldukları sonucunu çıkarabiliriz. 

Sera Yelözer: Örneğin bugün İsrail, Filistin, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan Levant dediğimiz bölgede avcı toplayıcı ve yerleşik, besin üretimi yapan topluluklara ait farklı yerleşmelerden insan iskeletleri üzerinde yapılan analizler, bu dönemde biyolojik cinsiyete dayalı iş bölümüne dair çeşitli bilgiler veriyor. Bugün Suriye’de yer alan bir yerleşmede, besin üretiminin arttığı, yıl boyunca aynı yerleşmede kalıcı şekilde yaşanan Neolitik yaşamın başlangıcıyla birlikte tahılların öğütülmesi faaliyetinin yoğun bir şekilde kadınlar tarafından yapıldığını görüyoruz. Aynı bölgede daha fazla yerleşmeden elde edilen verilerin karşılaştırılmasıyla ise Neolitik Dönemle birlikte günlük yaşamda hem kadınların hem erkeklerin iş yükünün arttığı anlaşılmış. Yaşam biçimindeki dönüşüm kadınların ve erkeklerin yaşam süresini ise daha farklı etkilemiş. Bir önceki dönemde kadınların yaşam süresi erkeklerinkinden daha uzunken, Neolitikte kadınların yaşam süresi kısalmış, bununla birlikte kadınlar daha erken yaştan itibaren doğum yapmaya başlamış.

Aysel Arslan: Bunların yanı sıra, yedikleri yiyecekler ve içtikleri sudan kemiklerine geçen kararlı izotopların analizi, insanların nasıl beslendiklerini ve gömüldükleri yerin yerlisi olup olmadıklarını bir dereceye kadar anlamamızı sağlar. Bu şekilde aynı yerleşim yerinde farklı şekillerde beslenen gruplar olup olmadığı sorusuna cevap aranabilmekte; yaşa, cinsiyete veya başka sebeplerle oluşan sosyal farklılaşmaya dayalı beslenme alışkanlıkları incelenebilmektedir.

Avcı toplayıcılıktan yerleşik hayata geçiş olarak bilinen Mezolitik-Neolitik geçiş dönemi sırasında Balkanlardaki Tuna Vadisi’nde ele geçen insan iskeletleri üzerinde yapılan bir çalışmada, bu bölgenin MÖ 6200’den itibaren iki farklı yerden göç aldığını ve ilginç bir şekilde göç edenlerin büyük bir bölümünün kadınlardan oluştuğunu tespit etmiştir. Bu çıkarımı yapabilmelerini sağlayan şeyse, bu bireylerin içtikleri suyla dişlerinde biriken stronsiyum izotoplarıdır.

Toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü ile ilgili başka bir yöntem de benim doktora tezimde de kullandığım paleodermatoglifik çalışmalar, yani antik parmak izi analizleri. Kil çamuru, reçine gibi yumuşak dokuya sahip olup sonradan sertleşerek kuruyan yüzeylerde insan parmak izlerini tespit etmek mümkün. Son yıllarda adli tıp antropolojisi kapsamında geliştirilen yöntemlerle parmak izlerini bırakan bireyin çocuk ve ergenlik dönemindeyse yaklaşık kaç yaşlarında olduğunu, yetişkinse bir dereceye kadar biyolojik olarak kadın mı yoksa erkek mi olduğunu tespit etmek mümkün. Ben de bu yöntemi kullanarak kilden yapılan çanak çömlek, figürin gibi objelerin yapımında Neolitik dönemde Anadolu’da yaşa ve cinsiyete dayalı bir iş bölümü olup olmadığını anlamayı amaçlıyorum. 

Peki insan betimlemeleri tarihöncesinde toplumsal cinsiyete veya sosyal roller ve kimliklere dair bize ne söylüyor?

Sera Yelözer: Aslında figürinler, heykeller, duvar resimleri gibi insan betimlemelerine dair yorumlamalar da arkeolojik düşüncenin değişimine paralel şekilde değişti. Örneğin, en meşhur örnekleri Çatalhöyük’ten bilinen, büyük göğüslü, göbekli, kalçalı kadınların betimlendiği figürinler üzerinden Neolitik Dönem uzun bir süre “anaerkil” bir dönem olarak yorumlandı. Bu yorumlamadaki birinci ön kabul, bu figürinlerin o döneme ait bir inanç sisteminin parçası oldukları. Bugün anlıyoruz ki o dönemde bu şekilde kurumsallaşmış bir inancın varlığına dair bir bulgu yok. İkinci ön kabul ise kadınların doğrudan biyolojik özellikleri, doğurganlıkları nedeniyle bu figürinlerin “bereket”, “annelik”, “tanrıçalık” gibi kavramlar ile ilişkilendirilmesi. Bu da bugünden yansıyan bir okuma. Yanı sıra, bu figürinlerin bulunduğu bağlamlar da bir inanç sistemi veya erk gibi bir kavram ile ilişkilendirilebilecek bir veri sunmuyor. Sonraki yıllarda, aynı yerleşmede bulunmuş insan iskeletleri üzerinde gerçekleştirilen biyoarkeolojik analizler kadınlar ve erkekler arasında aktivite ve beslenme bakımından büyük bir ayrışma olmadığını gösterdi. Fakat burada farklılaşmayı ya da sosyal rollere ve kimliklere dair vurguyu yaş ile ilişkili olarak görüyoruz. Örneğin, çocuklar daha fazla eşya ile birlikte gömülmüş ya da kuş kemiklerinden üretilmiş çeşitli objeler sadece çocuk mezarlarında bulunmuş. Yaşlı bireylerle birlikte bulunmuş objeler ise olasılıkla bu bireylere ait eşyalar, çünkü en yoğun kullanım izine sahip objeler bunlar. Bu tür farklı veri gruplarını bir araya getirerek araştırmacılar, Çatalhöyük’te sosyal farklılaşmanın aslında cinsiyet değil yaş üzerinden vurgulanmış olabileceğini, daha önce “ana tanrıça” olarak yorumlanan figürinlerde ise belki de yaşlı kadın bedeninin, yani topluluğun olasılıkla en tecrübeli bireylerinin sembolize edilmiş olabileceğini öneriyorlar. Yorumlamadaki bu değişim de hem arkeolojinin kullandığı yöntemlerdeki gelişmeler hem de arkeolojik yorumlamaya etki eden teorilerdeki dönüşüm sonucu oldu. 

Aysel Arslan: Aslında bu konuya farklı açılardan bakmak mümkün. Sera’nın da dediği gibi betimlemeler topluluk içindeki bireyler tarafından topluluğun önemli, önde gelen bireylerini sembolize etmek amacıyla yapılmış olabilir. Öte yandan, bu betimlemeleri görerek, onlarla birlikte yaşayan topluluklar, bu figürlerin sembolize ettiği kimlikleri ve kavramları daha kolay içselleştirebilir. Materyal kültürün insanın düşünce dünyasını etkilemesi sayesinde içselleştirilen bu kimlikler de benzer figürlerin yeniden yaratılmasını mümkün kılar.

Sera Yelözer: Diğer yandan, aslında burada figürlerle birlikte yeniden yaratılan şey orada ifade edilen toplumsal kimliğin de bireyler, nesiller arasında aktarılmasını, öğretilmesini ve dolayısıyla sürdürülmesini sağlıyor olabilir. 

Tarihöncesinden günümüze baktığımızda cinsiyet rolleri nasıl değişti ve dönüştü?

Sera Yelözer: Tarihöncesi toplumlar ile günümüz arasındaki en belirgin fark, bugün kapitalist ve patriyarkal bir dünyada yaşıyor oluşumuz. Bunu düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız toplumun toplumsal cinsiyet normları ile tarihöncesi toplumların toplumsal cinsiyet normlarının da birbirinden çok farklı olduğunu anlayabiliriz. Toplum içerisinde cinsiyetler, bireyler ve gruplar arasında kurumsallaşmış bir baskı ve tahakküm ilişkisinin olmadığı bir dönem tarihöncesi. Cinsiyete, yaşa, tecrübeye veya yapılan işe dayalı bir sosyal farklılaşma olsa bile bu daima hiyerarşi ve eşitsizlik olduğu anlamına gelmiyor. Fakat tarihin binlerce yıl boyunca çizgisel bir şekilde aynı tempoda ve “ileriye doğru” akmadığını da göz önünde bulundurmak gerek. Dünyanın birçok yerinde halen farklı toplumsal yaşamları tecrübe eden topluluklar, gruplar mevcut.

Aysel Arslan: Aslında bu sorunun da kesin bir cevabı yok diye düşünüyorum. Günümüzdeki pek çok toplumdan bildiğimize benzeyen toplumsal cinsiyet rollerini tarihöncesi topluluklardan beklemek mümkün değil, çünkü Sera’nın da az önce belirttiği gibi kapitalist ve ataerkil bir düzene rastlamıyoruz. Aslında pek çok açıdan tarihöncesinde toplumsal cinsiyeti anlamak, neye benzediğini bilmediğimiz ve parçalarının çoğu kaybolmuş bir yapbozu tamamlamaya çalışmaya benziyor. Hem farklı toplulukların kendine has toplumsal cinsiyet kavramları olduğunu hem de aynı topluluk içinde de bu kavramlara bakışın zaman içinde değiştiğini göz önünde bulundurarak elimizdeki verilere en uygun çıkarımları yapmaya çalışıyoruz. 

Arkeolojik yorumlamaların her zaman dönemin sosyal ve siyasal akımlarından etkilendiğini de belirtmek önemli belki de. Bizim bugün tarihöncesi topluluklarla ilgili yaptığımız çıkarımlar, bugünkü dünya anlayışımızdan ister istemez etkileniyor. Feminist teorinin ortaya çıkışından önce tarihöncesi dönemde kadınların varlığıyla pek ilgilenilmemesi de bunun en çarpıcı örneklerinden biri aslında. Bu nedenle günümüzden 50 yıl sonra araştırmacıların, bugün yapılan çalışmaları eleştirip, dönemin ruhuna uygun sorular ve yeni tekniklerle toplumsal cinsiyet rolleri hakkında bambaşka sonuçlara varacaklarını düşünüyorum.

Arkeofili editöryel servisi. İletişim: arkeofili@gmail.com

You must be logged in to post a comment Login