Ortaçağ Avrupasında da farklı görevlere gelecek insanların seçimi yapılırdı. Bu Ortaçağ seçimleri ve günümüz seçimleri arasında çok büyük farklar olsa da, bazı ilginç benzerlikler olduğu da söylenebilir.
Aberystwyth Üniversitesi’nden Profesör Björn Weiler, Historyextra sitesi için Ortaçağ’da seçimlerin nasıl işlediğini anlattı.
Ortaçağ’da seçim, aslında birçok durum için yaygın bir uygulamaydı. Piskopos, papa, başrahip, belediye başkanı, parlemento üyeleri, belediye meclisi üyeleri seçimle göreve gelirdi. Şaşırtıcı olarak bazen krallarını da seçerlerdi.
Seçimlerin iyi yanı, göreve gelen insana bir meşruluk sağlamasıydı. Örneğin İncil’de de, İsraillilerin kralının kim olacağına karar verilirken insanların isteği de önemli faktörlerden biriydi (fakat tabi ki tek faktör değildi).
Seçimler bazen de gerekli oluyordu. Kralın varisi olmadan ölmesi ve piskoposların ve başrahiplerin seçilmesi buna benzer durumlardandı.
Fakat seçimlerin kötü yanı, anlaşmazlıklara ortam sağlaması, isyan ve başkaldırılara bir başlangıç noktası hazırlamasıydı. Hatta bu seçimler hakkında en çok dile getirilen korkuydu. Günümüze kalan kaynaklardan seçimler hakkında en çok bilinen konu da, bu huzursuzluk ve anlaşmazlık potansiyellerini düşürmeye yönelik yazılan bilgiler.
1125’te Alman prensleri yeni bir kral seçmek için toplandığında, söylentilere göre Mainz piskoposu, başka bir rakibin seçilmesine itiraz eden herhangi bir adayın kafasını keseceğini açıkladı.
Bunun iki nedeni vardı: ilki piskoposun Tanrı’nın emirlerini yansıttığının düşünülmesiydi. Yani oybirliği olmayan sonuçlar Tanrı’nın emrine itaat edilmediği anlamına geliyordu.
İkinci neden de başarısız bir adayın, bu kararı kabul edeceğinin hiçbir garantisi olmamasıydı. Nitekim gerçekten de başarısız olan bir aday bir sene sonra 1126’da zorla tahta geçmeye çalıştı.
Bu nedenle seçimler, özel bir yerde ve gözlerden ırak bir şekilde yapılırdı. Herhangi bir karar alındığında oy ve fikir birliğine vurgu yapılıdı.
1271’den sonraki papa seçimlerinde 2/3lük bir çoğunluk yeterli görülse de, karar açıklanmadan önce kağıtlar yakılır ve oyların nasıl dağıldığını kimse bilmezdi.
1268’de (yukarıdaki resimde görülen) Papa Clement’ın ölümünden sonra başpapazların yeni bir papa seçmesi neredeyse 3 yıl aldı. O kararı da ancak, seçimin yapıldığı Viterbo kentinin durumdan bezmiş sakinleri, papazları kiliseye kilitleyip, kilisenin damını söküp, onlara ekmek ve su dışında bir şey vermeyi reddedince alabildiler.
Bu biraz abartılı bir örnek olsa da, bir kralın ölümü ile yenisinin tahta geçmesi arasında birçok ay geçebiliyordu. Bazen bir toplanma yeri bulunabilmesi, bütün seçmenlerin toplanabilmesi gibi pratik nedenler yüzünden bu kadar uzun sürse de, genellikle oybirliğine varılması gerektiği için böyle gecikmeler oluyordu.
Ortaçağ yazarları kökeni klasik zamanlara dayanan bir fikri benimsemişlerdi: güce sahip olmayı en çok isteyenler onu en az hakeden kimselerdir. Kimse başkası üzerinde yetki sahibi olmak istememelidir.
Bu güce sahip olanlar yönettikleri insanların hem maddi hem manevi refahını sağlamakla yükümlüydü, ve bu görevde başarısız olurlarsa hem kendilerini hem de tebaalarını lanetleyebilirlerdi.
Bu yüzden ideal aday, gücü istemeyen ve buna zorlanan, diğer insanları yönetmekte gözü olmayan biri olmalıydı.
Birçok başrahip ve piskopos bu nedenle seçildiklerini zorla kabul ettiler, daha doğrusu ettirildiler. Hattta 1093’de Canterburry başpiskoposu seçilen St Anselm’e piskopos asası verilebilmesi için parmaklarının kırıldığı söylenir.
Bazı kralların da belli bir gönülsüzlük sergilediği, seçimlerin yenilenmesini istedikleri ya da tevazu ve tereddüt gösterdikleri görülür
Ortaçağ yazarları halkın iradesinden bahsettiklerinde, tabi ki bütün halkı kastetmiyorlardı. Halkın seçimlerdeki rolüne biraz şüpheyle bakılıyordu. Bir yandan insanlara ihtiyaç vardı çünkü ilan edildikten sonra kralın halk arasında kabul görmesi ve neşeyle karşılanması gerekiyordu. Öte yandan halk ipleri eline de geçirebilirdi.
Bu ikisi arasındaki belirsizlik katliamlara yol açabiliyordu. I. William 1066’da kral seçildiğinde, başpiskopos toplanan İngiliz ve Norman halktan kralı kabul etmesini istedi. Halk da kralı kabul etti, fakat çıkan gürültüyü yanlış algılayan ve krala saldırıldığını sanan Norman askerleri kilise ve çevresindeki binaları ateşe vermeye başladı.
Seçmen olabilmek prestije işaret ediyordu, düşüncesi önemsenen biri olduğunuz anlamına geliyordu.
Halkın büyük bir çoğunluğu: kadınlar, çocuklar, yabancılar, ruhban sınıf, ve mülk sahibi olmayanlar (ya da mülkü belli bir minimum miktardan daha az gelir getirenler) oy veremiyordu.
13. yüzyıl Floransa’sında oy verebilmek için bir de şehrin loncalarından birine üye olmak gerekiyordu. Mesela Dante Alighieri eczacılık ve hekimlik loncalarına üyeydi. Bu kimseler de özellikle çok güçlü olduğu için oy birliğini sağlamak için özen gösterilmesi gerekiyordu, yoksa seçilemeyenler yine şiddete başvurabiliyordu.
Oybirliği arzu edilen sonuç olduğu için, en azından teorik olarak seçim kampanyaları uygunsuz bulunuyordu. Fakat gerçekte, oybirliğinin sağlanabilmesi için anlaşmanın bir şekilde sağlanabilmesi gerekiyordu, bunun için de sert tedbirler alınıyordu.
Örneğin 1002 yılında Bavarya Dükü Henry kendi iddiasına göre, İmparator II. Otto’nun cesedini gördüğünde o kadar büyük bir kedere kapıldı ki imparatorun cesedini ve eşlik eden başpiskoposu kaçırdı ve başpiskopos Henry’nin tahta geçmesini desteklemeye razı olana kadar da serbest bırakmadı.
Daha az dehşetli bir örnekte, 1135’te Blois’lı Stephan tahta geçebilmek için, gereken reformları yapacağına söz vererek soyluları ve piskoposları kendi yanına çekmeye çalıştı. Benzer şekilde adaylar sıklıkla para ile toprak ve unvanlar teklif ediyordu. Yani oylar satılıyor ve alınıyordu.
Benzer kampanyaların halk için de yapılıp yapılmadığı, yeterli kanıtımız olmadığı için bilinemiyor.
Kilise seçimlerinde ise yine ilginç örnekler yaşanıyordu. 1190larda Bury-St-Edmunds keşişleri yeni bir başrahip seçeceği zaman adaylardan biri özellikle dini bütündü ve sıklıkla ve alenen isteksizliğini dile getiriyordu. Keşişler bunun gerçek bir isteksizlikten çok bir kampanya aracı olduğunu düşünüyorlardı ve bu aday çöken bir kirişin altında kalınca da haklı çıkarıldıklarını düşündüler.
Bazen de kilise seçimlerinde dış etkenler kampanya sürecini etkiliyordu. 1173te İngiltere Kralı II. Henry, yeni bir piskopos seçecek olan Winchester rahiplerine “Özgür bir seçim yapmanızı emrediyorum, ama Poitiers diyakozu katibim Richard’dan başkasını kabul etmenizi istemiyorum” dedi.
Ortaçağ seçimlerinin çoğu hayat boyu süreliydi. Başrahipler, piskoposlar, başpiskoposlar ve krallar ölene kadar ya da nadiren de olsa görevi bırakana kadar aynı görevi sürdürürlerdi. Teorik olarak bu tahttan indirilemeyecekleri anlamına gelse de isyanlar ve başkaldırılar da oluyordu, ve 12. yüzyıldan sonra tahttan indirilmeler sıklaştı.
Bunun nedeni seçim süreciydi: bir kral seçildikten sonra kararın halka açıklanması, başpiskoposun adaya sorular sorması ve görevlerini hatırlatması şeklinde oluyordu. 1199’da Canterbury başpiskoposu, yeni seçilen Kral John’a eğer görevlerini iyi bir şekilde ifa edemezse krallığının düşeceğini söyleyerek uyarmıştı.
14. yüzyılda bu adet daha çok kabul gördü. Almanya’da 1298 ve 1400’de prensler kralı tahttan indirdi. İngiltere’de 1327’de ve 1399’da soylular ve parlemento kralı tahttan indirdi.
Venedik dışındaki şehir ve kentlerde görevler çok daha kısa süreliydi.
Örneğin Dante Alighieri Floransa’daki “prior” (başlıca seküler memur) görevini geleneksel dönem olan iki ay boyunca yürüttü. Belediye başkanları da bir senelik bir süre için seçiliyordu. Bu hem “consul”lerin bir yıl için seçildiği Roma İmparatorluğu gelenlerini yansıtırken, hem de gruplaşmanın olmasını önlüyordu. Bu görevlerin bir maaşı da yoktu.
You must be logged in to post a comment Login