Uzun süre önce vücut kıllarının çoğunu kaybeden insan, kürkü olmayan tek primat türü.
Milyonlarca modern insan sabah kalkıp aynaya baktıklarında kendilerine aynı soruyu soruyor: Neden bu kadar kıllıyım? Toplum olarak, ağdaya, kaş almaya, lazer epilasyona ve çeşitli tıraş yöntemlerine milyonlarca dolar harcıyoruz. Kıllarımızdan kurtulmak için kuaför salonlarına verdiğimiz paralardan bahsetmeye gerek bile yok. İnsan genetiği ve evrimi üzerinde çalışmalar yapan bilim insanlarına göre sorduğumuz bu soru yanlış. Onlara göre, asıl gizem neden bu kadar kılsız olduğumuzda.
Evrim teorisyenleri, insanların neden primat dünyasının tüysüz köstebek fareleri haline geldiği hususunda sayısız hipotez ortaya attı. Yarı-sucul çevrelere adaptasyon mu sağladık? Kılsız bir cilt güneşin altında avlanırken vücudumuzun terleyerek soğumasını mı sağlıyor? Kürkümüzü kaybetmek karşımızdakinin sinirlenmek veya kızarmak gibi duygusal tepkilerini anlayabilmemize mi yaradı? Bilim insanları bu konuda kesin bir karara varmış değil, ancak biyologlar insanı kürkü olmayan tek primat türü haline getiren fiziksel mekanizmaları kavrama yolunda ilerliyor. Yeni bir araştırma, bu gizemi moleküler ve genetik seviyede çözmeye başladı.
Pensilvanya Üniversitesi Perelman Tıp Fakültesi’nden dermatoloji profesörü ve araştırma eş yazarı Sarah Millar, bilim insanlarının insan vücudunda farklı kıl biçim ve dağılımları olmasının nedenini açıklamada büyük ölçüde başarısız olduğunu belirterek, “Kafa derimizdeki kıllar uzun, diğer bölgelerimizdeki kıllar kısa, avuç içlerimiz, bileklerimizin iç kısmı ve ayak tabanlarımız ise kılsız. Kimse bu farklılıkların neden kaynaklandığını anlamış değil” diyor.
(Yeni Gen Varyasyonları İnsandaki Deri Renginin Evrimine Işık Tutuyor)
Birçok memelide, ayak tabanının yanı sıra plantar olarak bilinen bölgede (insanlarda bileğin iç kısmına yakın olan bölge) kıl bulunmuyor. Ancak, kutup ayıları ve tavşanın da içlerinde bulunduğu birkaç türde plantar bölge kıllarla kaplı. Tavşanlardaki plantar bölgeyi inceleyen bir araştırmacı, Dickkopt 2 veya Dkk2 olarak adlandırılan bir inhibitör proteinin bu bölgelerde yüksek seviyelerde bulunmadığını fark etti. Bu durum, araştırma ekibine Dkk2’nin kıl çıkışı açısından esas olabileceği fikrini verdi. Ekip araştırma kapsamında farelerdeki kılsız plantar bölgeleri incelediğinde Dkk2’nin bu bölgelerde yüksek seviyelerde bulunduğunu saptadı böylelikle proteinin, kıl çıkışını ve uzamasını kontrol ettiği bilinen WNT sinyal yolağını tıkayarak cilt kısımlarını kılsız bırakıyor olabileceği sonucuna varıldı.
Ekip bu durumu detaylıca incelemek için, normal gelişim gösteren fareleri, Dkk2 üretimini engelleyen mutasyona sahip bir grup fareyle karşılaştırdı. Karşılaştırma sonucunda mutasyona sahip farelerin plantar bölgesinde kıl gelişimi olduğu saptandı, böylece inhibitörün bu konuda belirleyici bir rol oynadığına dair daha fazla kanıt elde edildi.
Dkk2 proteininin hikâyenin sonu olmadığını düşünen Millar, mutasyona sahip farelerin plantar bölgesinde gelişen kılların daha kısa, daha ince ve hayvanın geri kalan bölgelerindeki kıllara kıyasla daha düzensiz olduğunu belirterek “Dkk2 kıl gelişimini engellemek için yeterli, fakat tüm kontrol mekanizmalarından kurtulmak için yeterli değil. Daha incelenecek çok şey var” diyor.
Resim tüm detaylarıyla ortaya konmuş olmasa bile, bu bulgu gelecekte kellikle ilgili yapılacak araştırmalar için önemli olabilir. Millar, inhibitör sistemlerin nasıl çalıştığını kavramanın sedef hastalığı ve vitiligo gibi cilt problemlerinin araştırılmasında da yardımcı olabileceğini belirtiyor.
Cildin nasıl kılsız hale geldiğine dair daha derin bir anlayış edinmiş olabiliriz, ancak insanların neden tek (neredeyse tamamen) kılsız primat türü olduğu hala cevaplanamamış bir soru. Millar, avuç içi ve bileklerimizin kıllı olmasının taş aletleri kavramamızı ve makine kullanmamızı zorlaştıracağını, kıllarını kaybeden insan atalarının böylelikle bir avantaj sağladığını örnek vererek bu hususun belirli bariz sebepleri olduğunu söylüyor. Vücudumuzun geri kalanındaki kılların kaybı ise uzun yıllar sürmekte olan bir tartışma konusu.
Sucul primat teorisi bu konuya ilişkin ortaya atılan ve büyük tartışmalar yaratan yaygın iddialardan biri. Bu hipotezde insan atalarının Afrika savanalarında yaşadığı ve avcı toplayıcılık yaptığı, ancak kurak mevsim boyunca sucul yumru kökleri, kabuklu deniz hayvanlarını ve diğer besin kaynaklarını toplamak için vaha ve göl kenarlarına göç edip sığ sulara daldığı öne sürülüyor. Hipotezde, kıl su içerisinde pek de iyi bir yalıtıcı olmadığı için türümüzün kürkünü kaybettiği ve bir yağ tabakası geliştirdiği, hatta suya dalarken sağladığı avantajlar sebebiyle iki ayak üzerinde yürümenin geliştirilmiş olabileceği söyleniyor. On yıllardır gündemde olan bu iddia fosil kayıtlarıyla desteklenemediğinden çoğu araştırmacı tarafından ciddiye alınmıyor.
(Neandertal DNA’sına Sahip Bazı İnsanların Kafası Daha Basık)
Daha yaygın bir şekilde kabul gören bir diğer iddia ise insan atalarının serin, karanlık ormanlardan savanaya göçerken yeni bir termoregülasyon yöntemi geliştirdiği yönünde. Sahip olduğu kürkü kaybetmek insansıların gün boyunca otlaklarda aşırı ısınmadan avlanabilmesini mümkün kılmıştı. Ter bezlerindeki, diğer primatlardakinden çok daha fazla olacak şekilde, artış erken insanların bedenlerini soğuk tutmasını da sağlamıştı. Ateşin ve giyimin geliştirilmesi ise insanları gün boyu serin gece ise sıcak tutmuştu.
Ancak, tek olasılık bunlar değil, belki de kıl kaybı birden fazla etkenin birleşimi sonucu meydana geldi. Reading Üniversitesi’nden evrim bilimci Mark Pagel, kürk-süzleşmenin bit ve diğer parazitlerin etkisini azalttığını öne sürüyor. Yine de insanlar tam olarak kılsızlaşmış değil, başımızın üzerinde bizi güneşten koruyan ve kasıklarımızda, salgılanan feromonları tutan kıllar mevcut. Ancak, Pegel’in iddia ettiğine göre ne kadar kılsızlaşırsak o kadar çekici hale geliyoruz. Genel algıya göre kılsız bir cilt sağlıklı ve parazitsiz olmanın bir göstergesi.
Konuya ilişkin en ilginç teorilerden biri de yüzdeki ve genital bölge etrafındaki bazı kılların kaybının duygusal iletişim kurmamıza yardımcı olduğu iddiası. 2AI araştırma enstitüsünde, vizyon ve renk teorisi üzerine çalışmalar yapan evrimsel biyolog Mark Changizi, kılsız oluşumuzun sebebinin gözlerimizde yatıyor olabileceğini söylüyor. Hayvanlarda iki tür koni hücresi, diğer bir deyişle ışığı ve rengi algılayan reseptör, bulunurken insanlarda üç tür bulunuyor. Kuşlar ve sürüngenler gibi üç veya daha fazla koni hücresine sahip diğer hayvanlar görünür ışık spektrumunda daha geniş bir dalga boyunda görebiliyor. Bizdeki üçüncü koni hücresi ise olağandışı, bu koni hücresi bize spektrumun tam ortasındaki tonları algılamak için ekstra bir güç sağlıyor böylelikle avlanma veya iz sürme için gereksiz görünen geniş bir ton çeşitliliğini seçebiliyoruz.
Changizi, bu üçüncü koni hücresinin yüzdeki renk değişimlerini gözlemleyip sözsüz bir şekilde iletişim kurmamızı sağladığını öne sürerek, “Sağlık veya duygu değişimlerini anlamak için deri altındaki hemoglobinin oksijenasyonuna duyarlı olmak istiyorsanız gerekli olan şey dalga boylarını yan yana algılayan bu iki koni hücresi” diyor. Örneğin, bebeğin cildinin biraz yeşile veya maviye çalması bir hastalığın, pembemsi bir kızarıklık cinsel çekiciliğin, kırmızıya dönmüş bir yüz ise öfkenin belirtisi. Tüm bu duygusal durumların karşıdaki tarafından algılanabilmesi için insanların kürklerini özellikle de yüzlerini kaplayan kıllarını kaybetmiş olması gerekiyor.
2006 yılında Biology Letters dergisinde yayımlanan bir makalede Changizi kılsız yüzlü ve bazen de kılsız popolu primatların tıpkı insanlar gibi üç koni hücresine sahip olduğunu, kıllı yüzlü maymunların gözlerinde ise yalnızca iki koni hücresi bulunduğunu rapor ediyor. Makaleye göre kılsız yüzler ve renk görümü arasında bir ilişki söz konusu.
Millar, çalışmasının insanların gerçekte yüzen maymunlar mı terleyen maymunlar mı yoksa kızaran primatlar mı olduğunu doğrudan söylemeye yardımcı olmayacağını belirtiyor. Ancak, bu yeni çalışmanın sonucunda kıl gelişimine ilişkin elde edilen moleküler kanıtların insanlarda gözlemlenen fiziksel özelliklerle birleştirilmesi bizi gerçeğe, veya hiç değilse daha sık ve daha parlak saçlara, bir adım daha yaklaştıracak.
Smithsonianmag. 11 Aralık 2018.
Makale: Song, Y., Boncompagni, A. C., Kim, S. S., Gochnauer, H. R., Zhang, Y., Loots, G. G., … & Millar, S. E. (2018). Regional Control of Hairless versus Hair-Bearing Skin by Dkk2. Cell reports.
You must be logged in to post a comment Login