Neandertallerin veya şempanzelerin insan olarak sayılıp sayılamayacağını bilmiyoruz, çünkü bir insanın tanımlayıcı özellikleri konusunda anlaşamıyoruz.
Bazıları, bizleri insan yapan olgunun kültür olduğunu söylüyor. Bazıları ise din, ahlak ve hatta mizah anlayışı olduğunda karar kılıyor. Fakat felsefeyi bir kenara bırakırsak, bizleri tam olarak insan yapan şey nedir?
Şaşırtıcı bir şekilde elimizde genel kabul görmüş bir cevap yok. Bilim, henüz cinsimiz Homo, veya türümüz sapiens için resmi bir tanımlama elde edemedi.
Bunun sebebi denenmemiş olması değil. Aslında insan cinsi için öne sürülen birkaç tanım bulunuyor ve insanın içinde olan ve olmayan şeylere dair şaşırtıcı bir şekilde geniş bir görüş yelpazesi var.
Bazı bilim insanlarıyla konuşunca, Homo cinsinin 100.000 yıldan çok az daha eski olduğunu ve en çok bilinen tarih öncesi ‘insanları’ olan Neandertallerin bile bunların dışında olduğunu söylediklerini görüyoruz. Fakat diğerleri ise; günümüz insan cinsinin 11 milyon yıl önceye dayanan bir geçmişi olduğunu, yalnızca yaşayan insanları ve soyu tükenmiş olan Neandertalleri değil, şempanzeleri ve gorilleri de kapsadığını söylüyor.
Böyle temel bir konuda nasıl bu kadar fazla anlaşmazlık olabilir? Daha da önemlisi, insan cinsinin hangi tanımı doğru?
“Bu önemli bir soru.” diyor Pensilvanya Pittsburgh Üniversitesi’nden Jeffrey Schwartz.
Bu sorun büyük ihtimalle, türler ve cinslerin isimlendirilip tanımlanmasını standartlaştıran ilk kişi olan 18. yüzyıl biyoloğu Carl Linnaeus ile başlıyor. 1735 yılında yayınlanan ‘Systema Naturae’ isimli kitabında binlerce türden bahsetti, fakat insan cinsine girince işin içine biraz metafizik girdi.
Linnaeus; tanımladığı her hayvan cinsinde, belirleyici fiziksel özelliklerini dikkatlice belirtti. Fakat Homo bölümünde “kendini tanı” anlamına gelen, Latince “nosce te ipsum” yazdı.
Belki de Linnaeus, insanların diğer hayvanlardan açık bir şekilde farklı olduğunu düşündü ve genel bir fiziksel tanımlamayı gereksiz buldu. Veya belki de, kendi varlığının farkında olmak için kendine güvenen tek hayvan olduğu gerçeğine bir göndermede bulundu.
Her iki ihtimalde de, onun seçtiği kelimeler, insanların diğer her şeyden temelde farklı olduğunu ima ediyor.
Bu anlaşılabilir bir hata: Charles Darwin’in insanların hayvan krallığının bir parçası olduğunu açıkça ortaya koyan teorisi; doğal seleksiyonla evrimin yayınlanmasından yüzyılı aşkın bir süre önce çalışıyordu. Fakat Schwartz gibi araştırmacılar, Linnaeus’un kararının, insan cinsinin tanımlanmasının neden zor olduğuna dair açıklama yapılmasına yardımcı olabileceğini savunuyorlar.
Aslında insan evrimi üzerinde çalışan birçok bilim insanı, insan cinsini tanımlanmasında bir problem olduğunu inkar ediyor. İnsanların ilk kez Afrika’da 2-3 milyon yıl önce ortaya çıktığını söylüyorlar.
“Linnaeus her bir hayvan cinsini belirtirken tanımlayıcı fiziksel özelliklerini özenle betimledi.”
Ondan önce, Afrika kıtasında “neredeyse insan” olarak görülen farklı bir cinse ait olan Australopitechus yaşamaktaydı. Bu Australopitler birtakım özelliklerimizi taşıyorlardı. En belirgin olanı, bizler gibi iki ayak üzerinde dik yürüyorlardı, fakat beyin hacimleri bizimkinden daha küçüktü, kolları daha uzundu ve görünüşe göre diğer maymunlar gibi ağaçlara tırmanmaya adaptasyon sağlamışlardı. Beslenme alışkanlıkları da bizimkinden farklıydı.
“Temel fikir; beyin hacminin artmasıyla homininlerin et yemeye başladığı ve modern insan vücudu gibi vücut oranlarına sahip olmaya başladıkları yönünde – ve bunlar Homo’dur.” diyor George Washington Üniversitesi’nden Bernard Wood.
Fakat bu geleneksel tanımlama kesinlikle doğru diye bir durum söz konusu değil.
Genellikle Homo cinsine dahil edilen en erken türler, aslında birtakım Australopit özellikler göstermekte. Örnek olarak; Homo Rudolfensis günümüzden yaklaşık olarak 2 milyon yıl önce yaşamaktaydı: küçük ve dar sayılabilen bir insan kafasına oranla; büyük, geniş ve maymunsu bir yüze sahipti.
Gerçek insanların ortaya çıkmasının şafağında beyin hacminin hızla genişlediği görülürken, daha kapsamlı analizler değişimin birçok kademesi olduğuna işaret ediyor. Başka bir deyişle, bir zamanlar ilk insanlar ve onların Australopit ataları arasındaki belirgin olan sınır açıklanması zor bir duruma geldi.
“Bu tam olarak beklememiz gereken şey.” diyor Nevada Üniversitesi’nden Brian Villmoare. İnsan türünün ortaya çıkışının geleneksel resminin küçük bir değişikliğe ihtiyacı olduğunu söylüyor. Fosillere bakmak ve yeterince ‘biz’ gibi görünmeye başladıklarında yargılamaya çalışmak subjektiflikten oldukça uzak.
Bunun yerine, evrim ağacına bakarak insan türünü tanımlamalıyız.
Bazı noktalarda atalarımız, Australopithecus türünden uzaklaştı. Homo türü bu evrimsel dallanma olgusuyla başlıyor: büyük beyin hacmi gibi fiziksel özellikler, insan evriminden on binlerce yıl sonra geldi.
“En eski insanlar, Australopithecuslarla çok yakından ilişkiliydi.” diyor Viimoare: küçük beyin ve uzun kollara sahiplerdi. İnsanların kendi benzersiz özelliklerini geliştirmeleri çok uzun sürmedi, ancak insanlar ve Australopitler arasındaki ilk fiziksel farklılıklar o kadar küçük ki; yalnızca bu konu hakkında eğitilmiş gözler aradaki farkı ayırt edebilir.
Villmoare böyle bir göze sahip. 2015 yılında kendisi ve ekip arkadaşları, insan türünün bilinen en eski fosil kanıtının keşfedildiğini açıkladılar: 2.8 milyon yıllık bir çene kemiği parçası.
Dediklerine göre, insanın neyden oluştuğuna dair küçük detaylar var. Örneğin; Australopithecustan ziyade insana benzeyen kemikte, damarlar ve sinirlerin geçtiği küçük bir delik.
Eğer gerçekten parmağımızı insan türünü tanımlayan fiziksel özelliklerin üzerine basmak istiyorsak; büyük beyin hacmi gibi belirgin özellikler yerine, asıl dikkat etmemiz gereken bunlar gibi küçük detaylar.
Fakat buna herkes katılmıyor.
Örneğin Wood, insan türünün, atalarımızın Australopithecusların yaşadığı şekilden belirgin bir biçimde farklı olan insan benzeri bir yaşan biçimi geliştirmelerinden daha sonra başlayacağı üzerinde duruyor.
Australopithecuslar uzun kollara sahiplerdi ve vakitlerinin çoğunu ağaçlara tırmanarak harcıyorlardı. Bizler onların aksine; daha kısa kollara sahibiz ve hayatlarımızı zeminde sürdürüyoruz. Ayrıca Australopithecuslar tıpkı maymunlar gibi hızlı bir şekilde olgunlaşıyorlar, modern insanlar ise uzun bir çocukluk dönemi geçiriyor.
Wood, insan soyunun atalarımızın ağaçlara sırt çevirmesiyle başladığını ve çocukluk döneminin uzamaya başladığını söylüyor. Eğer haklıysa; bu adaptasyon özelliklerini –fiziksel anatomimizdeki her şey gibi- türümüzü tanımlamak için kullanabiliriz.
Yine, insan evriminin geleneksel resmiyle ilgili imalar bulunuyor.
Villmoare ve meslektaşları, 2.8 milyon yıllık çene kemiklerine ait türlere bir isim vermediler. Ancak kabul edilen resim, yaklaşık 2 milyon yıl önce Homo cinsinin en az 3 insan türüne sahip olduğu: Homo Habilis, Homo Rudolfensis ve Homo Erectus. Wood, bu üçünden yalnızca Homo Erectus’un insan türü içinde yeri olduğunu söylüyor.
“Habilis ve Rudolfensis’in yaşamı (gelişim oranı) hakkında bilgilerimizin azlığı, Australopithecuslardan önemli ölçüde bir farklılıklarının olmadığını düşündürüyor.” diyor Villmoare. Dahası; fosiller incelendiğinde Homo Habilislerde ağaçlara tırmanmak için Australopithecuslara benzer bir yetenekleri olduğu görülmekte.
Wood, hem Habilis’i hem de Rudolfensis’i türümüzün içinden çıkartmanın zamanının geldiğini söylüyor. En azından şu an için Australopithecus türüyle birlikte anılmalılar.
Bu yaklaşımdaki sorun, insan evrimi üzerindeki çalışmaları daha da belirsiz bir hale getiren gerçekleri ortaya çıkartıyor olması.
Homo Erectus’un bizimkine benzeyen bir vücut yapısına sahip olduğu ve vaktinin çoğunu ağaçta değil de yerde geçirdiğine dair herhangi bir şüphe yok. Fakat 2001 yılında, bizden daha erken olgunlaştıklarını öğrendik. Wood, “Hayatları modern insandan önemli bir ölçüde farklıydı.” diyor.
Öyleyse Homo Erectus’u da bizim türümüzden çıkartacak mıyız? Ya da bu ikonik türün insanlık statüsünü koruyabilmesi için, insan tanımını tekrar değiştirelim mi?
Wood, ikinci seçeneği destekliyor, fakat bunun da bir takım sonuçları var. “Eğer insan tanımının Erectus’u da kapsamasını istiyorsanız, o zaman Homo’nun yaşam öyküsü olan organizmalar içerdiğini söylemelisiniz. Ortak noktaları olan özelliklerini değil.” diyor.
Belki de insanlığın tanımlanmasına tamamen farklı bir bakışla yaklaşmak daha iyi olabilir.
1990’ların sonlarında biyologlardan oluşan bir ekip, türün bütün primat soy ağacında tanımlanma şekline bakarak tartışmayı biraz daha genişletti. Genetik mutasyon oranlarını ve her bir türdeki genetik değişkenlik oranlarına dair bilgiler kullanılarak, çeşitli türlerin ilk gelişimlerini hesapladılar.
Tipik primat türünün 11 milyon ile 7 milyon yıl yaşları arasında olduğu sonucuna ulaştılar. Bu, Homo’yu, sözde 2.8 milyon yıllık, dikkat çeken bir istisna haline getirmekte.
Araştırmacılar, tarihimizin uzunluğunu 3 katına çıkartarak, türümüzü diğer primatlarla aynı çizgiye getirmenin daha mantıklı olabileceğini söylüyor. Bir diğer deyişle, insan türünün ortaya çıkışını tanımlayan –anatomik özellikler veya davranış biçimi değil- basit bir varoluş süreci olabilir.
Fakat bu yaklaşım, dikkat çekici bir sonuç doğuruyor. Homoların ilk üyeleri eğer 11 milyon yıl önce yaşadılarsa, günümüzde yaşayan torunları yalnızca insanları değil şempanzeleri de kapsıyor. Çünkü şempanzelerin bizden ayrılması yalnızca 7 milyon yıl önce gerçekleşti. Şempanzeler insan türüne ait.
Bu tartışmalı gibi görünüyor, fakat bazı bilim insanları bunun mantıklı olduğunu düşünüyor. 2001’de genetik uzmanlarından oluşan bir ekip, insan türü sorusuna daha farklı bir yaklaşımda bulundu. Bazı memeli türlerindeki genetik değişkenlik oranlarına baktılar.
İnsan ve şempanzelerin DNA’larının %99’unun ortak olduğu görülüyor. Bu ölçüme göre, gorillerin DNA’sının daha düşük bir değere sahip olduğu ortaya çıkar.
Bu genetik benzerlik oranına sahip olan kediler, köpekler veya ayılar, aynı tür adı altında anılır, bu durumda maymunlar da farklı olmamalı. Dolayısıyla insan türü adı altında anılmayı yalnızca şempanzeler değil, goriller de hak ediyor.
Bu fikir de oldukça destek gördü. 2003’te şu an New South Wales Üniversitesi’nden Darren Curnue, Alan Thorne ile birlikte çalışarak; soyu tükenmiş olan atalarımızın tanımını yeniden değerlendirmek için DNA kullandı.
Curnoe ve Thorne; insan ve şempanzelerin DNA’larının neredeyse aynı olmasına rağmen, çok farklı bir görünümüme sahip olduklarını belirtti. Bu, maymunların genleri benzer kalsa bile, fiziksel olarak farklı özelliklerinin çok kolay bir biçimde evrimleştiklerini öne sürmekte.
Curnoe ve Thorne; yeni fosil hominin türlerinin veya cinslerinin, yalnızca kemiklerdeki fiziksel görünüşün küçük farklılıklarına dayanarak tanımlanmaması gerektiğini belirtiyorlar. En az 7 milyon yıl öncesine tarihlenen insan benzeri fosillerin Homo cinsine ait olduklarını söylüyorlar – ve bu cins şempanzeleri de içine almalı.
Ancak, Curnoe o zamandan sonra fikrini değiştirdiğini belirtiyor.
“Şempanzeleri artık Homo cinsine ait görmüyorum.” diyor Curnoe. Artık Villmoare gibi araştırmacıların fikirleri kazandı. Yani Curnoe 2010 yılında Güney Afrika’dan ele geçirilen fosillere dayanarak; insanlar ilk olarak 2.8 milyon yıl önce Homo Habilis ve bir diğeri Homo Gautengensis olarak ortaya çıktı şeklinde tanımlıyor.
Curnoe daha önceki sonuçlara katılmıyor olsa da, insan türünün tanımının diğer primat ve memeli türlerinin tanımlandığı şekilde tanımlanmasına yönelik girişimlerde bulunuyor –ve Linneus’un 280 yıl önce yaptığı gerçekdışı tanımdan uzaklaşıyor. Wood; onun da tercih ettiği Homo tanımıyla yapmaya çalıştığı şeyin aslında bu olduğunu ifade ediyor.
Schwartz aynı zamanda, Homo tanımını diğer memeli türleriyle aynı çizgiye getirmek istiyor. Ancak bu çok daha farklı sonuçlara yol açmakta.
Schwartz; genlerin ve davranışların değil, fiziksel özelliklerin memeli cinslerinin arasındaki ayrımı belirlemek için daha etkili bir yöntem olduğuna inanıyor.
“Su samurları deniz kabuklarını açmak için taşları kullanırlar, kargalar bir tüpteki su seviyesini yükseltmek için çakıl taşı kullanırlar böylelikle suyu içebilirler. Ancak biz su samurları ve kargaları tanımlamak için bu davranışlarda bulunmazdık. Homininlere diğer organizmalara davrandığımız gibi davranmalıyız.” diyor.
Schwartz; hominin fosillerine yakından bakarsanız, çoğu araştırmacının değerlendirmesinden çok daha fazla değişkenlik olduğunu göreceksiniz diyor. Örneğin Neandertaller, genelde bizde olmayan öne çıkık kaş kemerleriyle, bizden daha iri yarıydı.
Schwartz, başka herhangi bir memelide görülen farklılıklar, iki türü tamamen farklı cins adı altında tanımlamaya yönlendirecekti diyor. Şempanzelerin insan cinsine dahil edilmesini bir kenara bırakın: soyu tükenmiş ‘kuzenlerimiz’ olan Neandertallerin gerçekten oraya ait olup olmadığını düşünmemiz gerekiyor.
Hangi fosilin cins ve türümüze ait olduğunu belirleyebilmemiz için; çalışmaya bildiğimiz modern insanla başlamalıyız ve yavaş yavaş zamanda geriye doğru giderek incelemeliyiz diyor Schwartz. “Bu popüler değil fakat, homininlere domuz, kemirgen, at ve diğer memelilere yaklaştığımız gibi yaklaşmak istiyorsak, yapmamız gereken budur.”
Schwartz zaten hominin kafatası ve çene kemiklerine odaklanan bu yaklaşımı kullanmaya başladı. “Çene şekli ve kaşlarımız insan türlerini tanımlayan özellikler.” Bu özellikler dünyada yaklaşık 100.000 yıl önce ortaya çıktı.
Bu; İsrail’deki Skhul Mağarası ve Güney Afrika’daki Border Mağarası gibi yerlerden elde edilen birtakım fosillerin Homo cinsi adı altında yaşayan insanlara ait olduğunu işaret ediyor, fakat elimizde çok az şey var.
Açıkçası, cinsimiz üzerinde kullanabileceğimiz olası bilimsel tanımlardan hiçbir eksikliği yok. Fakat hangi tanımın doğru olduğuna dair bir fikir birliği yok ve görüşlerin ne kadar değiştiği göz önünde bulundurulduğunda, konunun yakın gelecekte de çözülebilmesi düşük bir ihtimal.
Ne olduğumuzu tanımlama uğraşımız, oldukça şaşırtıcı olabiliyor. Fakat belki de bu tartışmalar insanlığın etrafında toplandığı için fikir birliği elde etmek oldukça zor.
“Karşılaştırmalı olarak at fosillerine baksaydık kimse delirmezdi. Söz konusu homininler olduğu için insanlar duygusallaşıyor.” diyor Scwartz.
BBC. 11 Ocak 2016. Colin Barras.
You must be logged in to post a comment Login