12.000 yıl önce Göbeklitepe’deki anıtsal yapıları gerçekte kimler, neden ve nasıl yaptı? Dikilitaşlar ve tasvirler ne anlatıyor?
Göbeklitepe, tüm dünyada son yılların en dikkat çekici arkeolojik alanlarından biri. Anıtsal yuvarlak planlı yapıları, T biçimli dikilitaşları, ayrıntılı kabartmaları ve yaşıyla öne çıkan alandaki kazılar uzun yıllardır sürüyor. Böylesine ilgi çekici bir arkeolojik alan hakkında beklenildiği gibi çok sayıda yorum ve komplo teorisi de mevcut. Peki bu uçuk iddiaları bir kenara bırakırsak, bu anıtsal yapıları gerçekte kimler, neden yaptı? Dikilitaşlar ve üzerlerindeki tasvirler ne anlatıyor? Ya da en basitinden, Göbeklitepe neden önemli?
Göbeklitepe’deki kazılar 1995 yılından beri devam ediyor. Yıllardır devam eden çalışmalar, bugüne kadar Göbeklitepe hakkında birçok bilgi edinmemizi sağladı, fakat belki de edindiğimiz bilgilerden daha fazla sorunun ortaya çıkmasına neden oldu. Ayrıca kazıların ilk yıllarında ortaya atılan yorumlardan bazıları artık değişti.
Önce işe Göbeklitepe’yi bir zaman çizelgesine oturtarak başlayalım. Türümüz Homo sapiens 300 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıktı. 60 ila 70 bin yıl önce Afrika’dan başarılı bir şekilde eski dünyaya yayıldık. 40 bin yıl önce Neandertaller yok oldu. Chauvet Mağarası’ndaki resimleri 30 bin yıl önce çizdik. Yaklaşık 11.700 yıl önce Dünya, Pleistosen Çağ’dan çıkarken ısınıyordu. Buzullar geri çekilirken insanlar, “İnsan Çağı” olarak da bilinen Holosen Çağda bitkileri kültüre alma denemeleri yapmaya başlayacaktı. Ve yaklaşık olarak bu sıralarda Göbeklitepe ortaya çıktı.
Göbeklitepe aslında ilk olarak 1963 yılında İÜ ve Chicago üniversitesi ekipleri tarafından yüzey araştırmaları sırasında tespit edildi. Ancak öneminin farkına varılması için üzerinden yıllar geçmesi gerekiyordu. 1995 yılında Şanlıurfa müzesi başkanlığında, Klaus Schmidt’in bilimsel danışmanlığında başlayan arkeolojik kazılarla buradaki kalıntıların düşünülenden çok daha eski olabileceği anlaşıldı.
Peki Göbeklitepe’de araştırmaların başlamasından bu yana epey bir zaman geçmişken, burası hakkında neler biliyoruz? Göbeklitepe’de ve çevresindeki arkeolojik araştırmalar arttıkça, artık bazı şeyleri daha iyi anlıyoruz.
Göbeklitepe, yaklaşık MÖ 9.600’lerden 8.000 yıllarına kadar aralıksız olarak kullanıldı. Bugüne kadar Göbeklitepe’de bulunan taş aletler, kemikler ve diğer buluntular, bu anıtsal kompleksin avcı toplayıcılar tarafından inşa edildiğini gösteriyor. Yapılan radyokarbon analizleri de bu görüşü destekliyor. Burada yaşayıp bu devasa dikilitaşları yapan insanlar henüz besin üretimine başlamamıştı. Ayrıca hayvanlar da henüz evcilleştirilmemişti. Çevrelerindeki hayvanları avlıyorlar ve çeşitli yemişleri ve meyveleri toplayarak karınlarını doyuruyorlardı.
Avcı toplayıcı denildiğinde aklımıza ilk olarak sürekli göçerek yaşayan insanlar geliyor olabilir. Ancak Göbeklitepe’deki insanlar için bu geçerli değildi. Burası, önceden sanıldığının aksine avcı toplayıcı grupların yılın belli zamanlarında toplandığı bir yer değildi. Kalıcı olarak Göbeklitepe’de bir yaşam vardı. Günlük işlerini burada yapıyorlar, burada yatıyorlar, burada kalkıyorlar ve burada karınlarını doyuruyorlardı. İddia edilenin aksine, gündelik hayatta kullanılan çeşitli aletler ve taş kaplar da bolca bulunuyordu. Her ne kadar bu dönem Çanak Çömleksiz Neolitik dönem olarak adlandırılan ve henüz pişmiş toprak kapların olmadığı bir dönem olsa da, insanlar tabaklarını ve kaplarını taştan yapıyordu.
2014 yılında vefat edene kadar kazılarak öncülük eden Schmidt’in verdiği bilgilere göre, Göbeklitepe’nin bir yerleşim yeri değil, ritüel alanı olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla yılın belirli zamanlarında göçebe olarak avcı toplayıcı olarak hayatlarını sürdüren insanlar çevre bölgelerden buraya geliyor ve ritüelistik uygulamalarıyla bir çeşit ziyafet düzenliyordu. Göbeklitepe’de bulunan hayvan kemiklerinin evcil olmayan yabani hayvanlara ait olması da bu fikri destekler nitelikteydi. Evcilleştirilmiş bitkilere dair de kanıtlar yoktu.
Ancak son yıllarda bu görüşler, Göbeklitepe ve çevre bölgelerdeki artan bilimsel çalışmaların bir sonucu olarak kısmen değişmeye başladı. Araştırmacılar, yaptıkları sondaj kazılarında Göbeklitepe’de aslında konutların da olduğunu, yani insanların burada kalıcı olarak yaşadıklarına dair kanıtlar buldular. Bu demek oluyor ki, Göbeklitepe, özel anıtsal yapıları ve konutları bir arada barındıran bir yerleşimdi ve sadece belirli zamanlarda insanların toplandığı bir yer değildi.
Göbeklitepe’ye tapınak demek de biraz sıkıntılı bir tanımlama gibi duruyor. Araştırmacılar, günümüzde “tapınak” tanımının, tanrıların ve eğitimli bir ruhban sınıfının varlığına işaret ettiğini belirtiyor ve bu olguları Göbeklitepe için kullanmanın doğru olmadığını söylüyor. Zira bu tür “tapınak ekonomileri” en azından geç Kalkolitik ya da Tunç Çağı’na kadar ortaya çıkmamıştı.
Göbeklitepe’deki ikonik yapıların, buradaki topluluğun ritüel geleneklerinde önemli bir rol oynamış olduğu yadsınamaz bir gerçek. Göbeklitepeliler, anıtları yapmış oldukları yerdeki kireçtaşı yataklarından bu devasa dikilitaşları ve yuvarlak planlı yapıları inşa etmişti. Yani burada gördüğünüz gibi, yapıların duvarları yüzeyden yükselmiyor, yarı gömük şekilde inşa ediliyordu. Yani duvarlarının dış tarafı toprağa dayanıyordu.
Örneğin Hancock, “Bu devasa taşların nasıl kaldırılıp buraya yerleştirildiğini kimse bilmiyor.” diyor. Ancak arkeologlar, bu dikilitaşların, Göbeklitepe’nin çevresindeki geniş kayalık platolardan yekpare halde kesilerek alındığını biliyor. Hatta arazide, işlenmemiş durumda bazı dikilitaşlar kesildiği yerde hala görülebiliyor. Belirli sayıda insanla ve ahşap kütükler ve ipler yardımıyla, bu taşların kaldırılıp yerleştirilmesi imkansız değildi. Mesela yakın zaman önce Rize’de çekilmiş bu görüntülerde, 10’dan az kişi 600 kilogramlık bir taşı kütükler ve ipler yardımıyla taşırken görülüyor.
Ya da ağırlıkları ortalama 14 ton; boyları 4 metre olan Moai heykelleri, taş ocaklarından yerlerine götürülmek için muhtemelen halatlar yardımıyla yürütülmüştü. Geçtiğimiz yıllarda yapılan deneyde, gerçekten de sadece halat kullanarak heykellerin hareket ettirilebildiği görüldü.
Bölgedeki kireçtaşları nispeten kolay işlenebilir sertlikteydi. Ancak yine de dikilitaşların anıtsallığı, büyük bir işgücü ve organizasyon gerektiriyordu. Yakınlarda henüz tamamlanmamış olan ve amaçlandığı yere yerleştirilmemiş olan dikilitaş örnekleri de bu taşların nereden ve nasıl taşınmış olabileceklerine dair fikir veriyor.
Muhtemelen dikkatinizi çekmiştir. Göbeklitepe’deki T biçimli dikilitaşların, kolları, elleri var ve hatta kemer benzeri bir şey giyiyorlar. Yani bu dikilitaşlar büyük olasılıkla insanları tasvir ediyor. Dolayısıyla Göbeklitepe’deki anıtsal yapılara baktığımızda tanık olduğumuz şey, belki de bir toplanma veya buluşma olabilir. Belki de yapının içinde merkezi bir konumda ayakta duran iki büyük kişinin etrafında oturmuş sayısız kişi tasvir edilmişti. Ayrıca bu yapıları yaratan ve kullanan topluluklar için, dikilitaşlarda tasvir edilen kişiler iyi biliniyordu. Belki de burada bir ata kültünün varlığından söz edebiliriz.
Söz konusu dikilitaşların üzerinde ise çok çeşitli tasvir karşımıza çıkıyor. Bu oymalar geometrik şekiller ya da farklı semboller olabildiği gibi, çoğunlukla yabani hayvanları betimliyor. Kazı ekibi, dikilitaşlar üzerindeki çizimlerin bir hikayenin unsurları olduğu konusunda hemfikir, ancak bu hikayeyi çözebilmek bizim için neredeyse imkansız. Yazıdan önceki kültürler söz konusu olduğunda, hele ki Göbeklitepe gibi çok daha eski kültürlerde biraz da yorumlara güvenmek zorundayız. Bildiğimiz şey, resmedilen hayvanların, bölgede avcı toplayıcı insanlar ile birlikte var olan, yaban domuzları, akrepler, tilkiler, yılanlar ve yaban sığırları gibi hayvanlar olduğu. Araştırmacılara göre bu hayvanların her birinin sözlü anlatı ve geleneklerde özel bir yeri olmalıydı.
Göbeklitepe, sanılanın aksine izole ve türünün tek örneği bir yerleşim değil, ama şimdiye kadar bildiğimiz en iyi korunmuş olanı. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Göbeklitepe’yi o dönemde bölgede görülen kültürün bir parçası olarak düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Bu kültür, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve olasılıkla Batı İranı içine alan, Hallan Çemi, Gusir, Hasankeyf Höyük, Nemrik, Çayönü, Caferhöyük, Körtik, Nevalı Çori, Tel Abr, Tel Qaramel gibi çok sayıda yerleşmelerden tanıdığımız bir kültür. Özdoğan’a göre uygarlık tarihini değiştiren süreç burada tetiklenmiş olmalıydı ve yerleşmelerin hiçbiri tek başına bu kültürü anlamamızı sağlayamaz. Şimdiye kadar bildiğimiz çağdaş yerleşmelerden en görkemlisi Göbeklitepe olduğu için, Özdoğan bu kültürü “Göbeklitepe kültürü” adıyla andığını söylüyor.
Aslında uzun bir süredir Göbeklitepe’nin çevresinde, henüz kazıları gerçekleştirilmemiş ve T biçimli dikilitaşlara sahip farklı yerleşmeler de olduğu biliniyordu. Göbeklitepe’nin tarihi MÖ 9500’lere kadar uzanıyor ve yaklaşık 1500 yıllık kesintisiz bir süreci yansıtıyor. Bizim Göbeklitepe ile tanıdığımız bu süreç, aslında daha geniş bir bölgeyi kapsıyor ve dinamizmini uzun süre koruyor. 2021 yılında bu arkeolojik alanlardan oluşan Taş Tepeler’de çalışmalara başlandı. 200 kilometrelik bir alana yayılan ‘taş tepelerin’ insanlık tarihi için az bilinen bir dönemi aydınlatması ve Göbeklitepe kültürü hakkında yeni bilgiler vermesi bekleniyor. Taş Tepeler adı verilen bu yerleşmeler (Göbeklitepe, Karahantepe, Harbetsuvan, Gürcütepe, Kurttepesi, Taşlıtepe, Sefertepe, Ayanlar, Yoğunburç, Sayburç, Çakmaktepe ve Yenimahalle), Göbeklitepe ile aşağı yukarı çağdaş olan ve benzer özellikler taşıyan başka yerler de olduğunu gösteriyor.
Karahantepe de bu Taş Tepeler’den biri ve yine Şanlıurfa’da yer alıyor. Buradaki kazılarda Göbeklitepe ile çağdaş özel yapılar ve sırtında leopar taşıyan insan heykeli gibi buluntular ortaya çıktı. Ana kaya içine 8×6 metre boyutlarında oyulan AB Yapısı’nın özel amaçlar için inşa edildiği düşünülüyor. Yapının uzun duvarının ortasında bir insan başı yer alıyor. Boyun kısmı bir yılanı andırır biçimde kayadan çıkan başta bir erkek betimlenmiş. Bu başın karşısında ön sırada dört, arka sırada altı adet fallus biçimli dikilitaşlar yerleştirilmiş. Yapıya bir kenarından merdiven ile iniliyor diğer kenarından ise başka bir merdiven ile çıkılıyordu. Tüm bunlar kapsamında yapının ritüelistik bir işlevinin olduğu düşünülüyor.
Ya da yine Taş Tepeler’den biri olan Sayburçta bulunan kabartmalar, bize o dönemde leoparların insanların hayatında sembolik bir değeri olduğunu gösteriyor. Anadolu parsı olarak da bilinen bu leoparlar, Neolitik Çağ Anadolu’sunda yaşayan insanlar için özel bir yere sahipti. Göbeklitepe’de bulunan leopar kabartmaları ve heykelleri, Karahantepe’de bulunan sırtında leopar taşıyan insan heykelleri de bu durumu destekliyor.
Taş Tepeler’de dikkatleri çeken bir başka ortak bulguysa, tasvirlerdeki her canlının erkek oluşu. Bunun tek bir istisnası var. O da, bir taş plakanın üzerine, sanki gizli bir şekilde yapılmış gibi özensizce çizilmiş bir kadın çizimi. Bu çizimde muhtemelen bir kadının doğum yapma ya da cinsel ilişki sahnesi tasvir edilmiş gibi duruyor. Ancak bunun dışında cinsiyeti anlaşılabilen tasvirlerin hepsi erkek. Öyle ki, aslanlar, boğalar, tilkiler ve insanların birçoğunda penis görülebiliyor. Hatta şu anda bilmediğimiz nedenlerden dolayı erkek figürlerinde eller genelde penisi tutar şekilde betimlenmiş. Yakın zaman önce Karahantepe’de bulunan 2,3 metre büyüklüğünde, büyük bir penisi olan insan heykeli de benzer şekilde penisini tutarken tasvir edilmişti. Hatta bu heykel Türkiye çapında haberlere konu olmuş, ama tüm ana akım medyada sansürlenmişti. Bir başka örnek de, Göbeklitepe’nin D Yapısındaki 43 numaralı dikilitaşta görülebilir. Bu dikilitaşın sağ alt tarafında penisi erekte olmuş bir erkek figürü yer alıyor. Ancak kafatası vücudundan ayrılmış.
Gerçekten de 10 ila 12 bin yıl önce Taş Tepeler’de kafataslarına ayrı bir önem atfedilmiş olabilir. Yakın zaman önce yayınlanan bir makaleye göre, Göbeklitepe’de bulunan üç kafatası parçası üzerinde yapılan incelemeler, bunların ilk önce derisi yüzülüp üzerindeki etlerinden ayrıldığı, ardından da çakmaktaşı kullanılarak oyuklar açıldığı anlaşıldı. Kafataslarına belli bir amaçla yapılan oluklar ve delikler, dikilitaşlardaki özenle yapılmış insan ve hayvan kabartmalarına kıyasla çok daha sade. Bu nedenle araştırmacılar, kafataslarındaki izlerin bir şey anlatmak için değil, ip bağlanarak asılmasına yardımcı olmak için yapıldığını düşünüyor. Dolayısıyla Göbeklitepe’deki insanlar, kafataslarını asarak atalarını anmış ya da düşmanlarını sergilemiş olabilir. Ölen insanlarının kafatalarının ayrılması ve sıvanması, ayrıca kafataslarının topluca gömülmesi gibi uygulamalar daha önce farklı çağdaş yerleşmelerde de belgelendi.
Tıpkı Göbeklitepe gibi, Karahantepe ve Sayburç kazılarında da üzerlerinde kesme ve yanma izleri olan insan kafatasları bulunuyor. Geçtiğimiz haftalarda, Taş Tepeler’den bir diğeri olan Sefertepe’de de benzer kafatası uygulamasına dair oldukça ilginç bulgular ortaya çıktı. Burada, özel bir yapıda, bir nişin içerisine özenle yerleştirilmiş tek bir kafatası vardı. Bu kafatası, ölen kişinin etlerinin çürümesinden sonra yerleşime getirilip sergilenmesi adına bir ritüelin parçası olduğunu gösteriyor. Kazı başkanı emre güldoğan, yaş, cinsiyet, tarihleme, DNA dizilimi gibi pek çok sorunun cevabını bu örnekten elde edebileceklerini söylüyor.
Sefertepe’deki bir başka şaşırtıcı olay ise, 22 tane kafatasının düzenli bir biçimde bir odaya yerleştirilmiş olarak bulunması oldu. Araştırmacıların “Kafataslı oda” olarak adlandırdığı bu yapının, daha önceki yıllarda Çayönü’nde bulunan “Kafataslı Yapı”nın öncüsü olabileceği düşünülüyor. Tüm bu sonuçlar, yaklaşık 12 bin yıl önce Taş Tepeler’de yaşayan ve ölen bazı kişilerin kafataslarının yerleşim içerisinde özel yapılarda belirli bir süre sergilendiğini gösteriyor.
Göbeklitepe’de insan kafataslarıyla neler yapıldığından hala emin değiliz. Belki de, günümüzde hala devam eden bir gelenek olan, “Sky burial” ya da türkçe olarak “gökyüzü defini” diyebileceğimiz uygulamanın kökeni buraya dayanıyordur. Bu uygulama, etlerin kemiklerden arınmasını sağlamak için, ölen kişinin bedeninin akbabalara sunulmasını içeren bir cenaze ritüeli ve bugün hala Tibet, Nepal, Hindistan ve Moğolistan’ın bazı grupları tarafından uygulanıyor.
Aslında arkeologlar olarak, bu ritüelin kökenlerinin en az Neolitik döneme kadar uzandığını biliyoruz. Göbeklitepe kadar eski olmasa da, Konya’daki yaklaşık 9.000 yıllık Çatalhöyük’te ölüler cenin pozisyonunda evlerin içine gömülüyordu ve bu gömütlerden bazılarının kafatasları yoktu. Ne yazık ki gökyüzüne defnedilen insanların kalıntılarında akbabalar tarafından yendiklerine dair bir iz olmuyor. Bu durum, bu teoriyi kanıtlamayı zorlaştırsa da, Çatalhöyük’te dolaylı olarak buna dair bazı bulgular var.
Öncelikle, buradaki iskeletlerin oldukça sıkıştırılmış şekilde gömülmüş olması, ölülerin gömülmeden önce bazı işlemlerden geçtiklerini gösteriyor. İkinci bulgu, akbabaların etleri yerken, tendon ve bağ dokusunu yerinde bırakması. Bu durum, Çatalhöyük’teki iskeletlerin anatomik bütünlüğünü korumuş olmasıyla da tutarlı. Çünkü kemikleri bir arada tutacak hiçbir doku olmadığında, kemikler sadece bir yığına dönüşürdü. Üçüncü bulgu, ölüler eğer evlere gömülüyorsa, öncelikle kokuya bir çözüm bulunması gerekiyordu ve bunun için önce akbabaların etleri yemesi çok mantıklı olurdu.
Ve bu uygulamaya dair son ve en ikna edici bulgu ise, Çatalhöyük’teki evlerin duvarlarından geliyor. Duvarlarda, başsız insan iskeletlerinin üzerinde uçan dev akbabalar resmedilmiş. Üstelik bazı evlerin duvarlarına kızıl akbaba kafatasları yerleştirilmiş. 2016’da yayınlanan bir araştırma, bu bulgularla birlikte diğer memeli yırtıcılardan korumak için, Çatalhöyüklülerin ölüleri ilk olarak evlerinin çatısına koyarak akbabalara sunduklarını tahmin ediyor.
Belki de Göbeklitepe ve çevresindeki yerleşmelerde de olan şey buydu. Hatta belki de bu yerleşmelerde bu kadar çok akbaba tasvirinin bulunması da tam olarak bu yüzdendi.
Göbeklitepe’nin günümüze kadar bu kadar iyi korunmasının nedenleri arasında, yapıların zemine yarı gömük olarak inşa edilmiş olması ve sonrasında insanlar tarafından tamamen gömülmüş olması yer alıyor. Diğer Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşimlerden de bildiğimiz gibi, Göbeklitepe’deki özel yapılar da kullanımları tamamlandığında kasıtlı olarak gömüldü. Bu uygulama, o dönem yerleşimleri için oldukça yaygın görünüyor. İnsanlar belirli bir olay ya da zaman ile yapıları ilişkilendiriyor ve kullanımlarının sona erdiğini düşünerek özel yapıları gömüyor olmalıydı. Fakat bu yapıların kullanım sürelerinin bittiğine neye göre karar verdiklerini şimdilik bilemiyoruz. Belki topluluk için önemli bir kişi (mesela merkezdeki dikilitaşlarda tasvir edilen kişiler) öldüğünde…
Peki sonuç olarak Göbeklitepe bugüne kadar bilgilerimizde neleri değiştirdi? Arkeologlar, Göbeklitepe’nin keşfine kadar hiyerarşik toplulukların ve organize dinin, insanların tarıma geçmesi, bitki ve hayvanları evcilleştirilmesiyle ortaya çıktığını düşünüyorlardı. İnsanların tarıma geçmesi, artı ürün oluşmasını sağlamış ve artı ürünün depolanması, korunması ve dağıtılması gibi ihtiyaçlar belirmişti. Bu durum, hiyerarşik bir toplumun temeline işaret ediyordu ve bu da yönetici sınıfın doğuşu ve bununla ilişkili olarak anıtsal yapıların yapılacağı anlamına geliyordu. Ancak Göbeklitepe ile birlikte, artık tarımdan önce yerleşik yaşayan insanların bu şekilde anıtsal yapılar yapmak için iyi organize olabildiklerini anladık. Göbeklitepe, geç avcı-toplayıcı topluluklara ilişkin anlayışımızı değiştirdi, çünkü artık bu toplulukların kireçtaşından oyulmuş dikilitaşlarla anıtsal yapılar inşa edebildiklerini biliyoruz.
Yani diyeceğimiz şu ki, Göbeklitepe’yi açıklamaya çalışırken uzaylılara, portallara, enerjiye ve diğer komplo teorilerine ihtiyacımız yok. Göbeklitepe’de uzun yıllar önce başlayan kazılar birçok şeyi anlamamızı sağladıysa da, cevap ararken karşımıza birçok yeni soru çıkıyor. Önümüzdeki yıllarda Göbeklitepe ve çevresindeki arkeolojik araştırmaların bize birçok önemli bilgi vereceği kesin gibi görünüyor. Dolayısıyla dönemin insanlarına dair anlayışımızda yine önemli değişimler olabilir. En iyisi bu keşiflerin ve yeni bilgileri yakından takip ederek tadını çıkarmak.
Son olarak kariyerinin büyük bir bölümünü Türkiye’nin güneydoğusunda Neolitik dönem araştırmalarına adamış ve Göbeklitepe’nin dünya çapında tanınmasında çok emeği olan Klaus Schmidt’i de saygıyla anmadan geçmeyelim.
You must be logged in to post a comment Login