Türlerin nesiller boyunca kademeli olarak değiştiği fikri biyolojinin mihenktaşı. Peki bunun gerçek olduğunu nasıl bileceğiz?
Evrim, bilim dünyasının en büyük teorilerinden biri. Bu teori temelde yaşamı, spesifik olaraksa ilk basit canlı formunun, bakterilerden meşe ağaçlarına, ağaçlardan mavi balinalara kadar şu an var olan devasa canlı çeşitliliğine nasıl yol açtığını açıklıyor.
Bilim insanları için evrim bir gerçek. Dünyanın kabaca yuvarlak olduğunu, yerçekiminin bizi onun üstünde tuttuğunu, güzel bir piknikte arılarla karşılaşmanın sinirleri bozduğunu nasıl biliyorsak, yaşamın evrimleştiğini de öyle biliyoruz.
Böylesi bir kesinliğe tezat olarak, medyadan evrimin bazı ülkelerde şiddetli tartışmalara konu olduğunu, “sadece bir teori” olarak nitelendirildiğini ya da tamamen yalan denip ciddiye alınmadığını da görüyoruz.
Peki biyologlar bu konu hakkında nasıl bu kadar emin olabiliyor? Kanıt ne? Bu sorunun cevabı oldukça kısa: o kadar çok kanıt var ki nereden başlanacağını bilmek güç. İşte size, yaşamın gerçekten evrimleştiğine dair kanıtlara ilişkin genel bir özet.
Öncelikle Darwin’in evrim teorisinin aslında ne söylediğini açıklamakta fayda var. Bu teori hakkında çoğumuzun aklındaki genel fikir şöyle: türler zamanla değişir, yalnızca en güçlü olanları hayatta kalır ve her nasıl olduysa maymuna benzer bir yaratık gelişerek insan olmuştur.
Gerçekte Darwin’in evrim teorisi, her yeni organizmanın onu dünyaya getiren ebeveynlerinden gözle zor algılanır olsa da farklı olduğunu ve bu farklılıkların yavruya kimi zaman fayda sağladığını kimi zamansa engel oluşturduğunu söyler. Organizmalar yiyecek bulma ve çiftleşme için rekabete başlayınca, avantaj sağlayan özelliklere sahip olanlar daha fazla ürer, kendilerine engel oluşturan özelliklere sahip olanlarsa hiç üreyemeyebilir. Dolayısıyla, verili bir popülasyonda, avantaj sağlayan özellikler çoğalarak yaygınlaşır, engel oluşturanlarsa yok olur.
Yeterli zaman verildiğinde, bu değişiklikler çoğalır ve her defasında küçük bir değişikle yeni türlerin ve yeni organizmaların ortaya çıkmasına sebep olur. Adım adım, solucan balık olur, balık karaya çıkar dört ayak geliştirir, bu dört ayaklı hayvanlarda tüyler biter, nihayetinde bazıları iki ayağı üzerinde yürümeye başlar, bunlar kendilerine “insan” derler ve evrimi keşfederler.
İnanması güç olabilir. Ebeveynlerinize tıpa tıp benzemediğinizi fark etmek kolaydır, belki saç renginiz farklıdır, belki daha uzunsunuzdur veya daha neşeli bir yapınız vardır. Ama, sayısız nesil boyunca, bir solucandan türediğinizi kabul etmek… İşte bu çok daha zor.
Birçok insan bunu kesinlikle kabul etmiyor. Ama, bir anlığına da olsa tüm bu duygusallığı bir kenara bırakın ve siz de Darwin’in başladığı yerden, kendi çevrenizden başlayın.
Darwin, ilk olarak 1859’da yayımlanan Türlerin Kökeni adlı kitabının girişinde okuyucudan bilindik olana bakmasını ister. İnsan ayağı değmemiş tropik adaları veya binlerce kilometre ötedeki balta girmemiş ormanları değil, kendi bahçelerini incelemelerini ister. Bu bahçelerde, organizmaların kendi özelliklerini yavrularına aktardığını, böylesi aktarımlarla organizmanın doğasının zamanla değiştiğini siz de kolaylıkla görebilirsiniz.
Darwin, kültivasyon (toprağı işleme) ve yetiştirme (breeding) sürecini özellikle vurgular. Çiftçilerin ve bostancıların, nesiller boyunca, kasti olarak, daha güçlü veya daha büyük hayvanlar ayrıca daha fazla mahsul verecek bitkiler yetiştirdiğini biliyoruz.
Yetiştiriciler de tıpkı Darwin’in evrimin nasıl işlediğini hayal ettiği şekilde çalışır. Daha fazla yumurtlayan tavuklar yetiştirmek istediğinizi varsayın. Bu durumda ilk işiniz diğerlerinden daha fazla yumurtlayan tavuklar bulmak olur. Sonra, bu tavuklardan aldığınız yumurtalardan civciv çıkmasını beklersiniz ki çıkan yavruların da yumurtlayacağından emin olasınız. İstediğiniz, bu civcivlerin de daha fazla yumurtlamasıdır.
Bu işlemi her dölde tekrar ederseniz, nihayetinde yabani tavuklardan daha fazla yumurtlayan tavuklar elde edersiniz. Evcil tavuğun en yakın yabani akrabası olan dişi hint kuşu yılda 30 yumurta verir, çiftlik tavuklarında ise bu miktar 10 katıdır.
Dölden döle aktarılan bu değişikliklere “değişerek türeme” deniyor.
Bir civciv birçok yönden ebeveynlerine benzeyecektir: bir tavuk olduğu açıkça fark edilir, onu bir karınca yiyenle karıştırma ihtimaliniz yoktur ve muhtemelen ebeveynlerine diğer tavuklara benzediğinde daha çok benzeyecektir. Ama yine de tıpa tıp aynısı olmayacaktır.
İngiltere’de yer alan University College London’dan Steve Jones, “İşte evrim de bu. Geliştiren hatalar dizisi.” diyor.
Yetiştirmeyle yalnızca birkaç değişiklik yapılabileceğini düşünebilirsiniz, ama aslında bunun bir sonu yok. Darwin kitabında, “Değişken bir organizmanın değişmesinin tarım koşullarında durduğunu gösteren bir olgu yoktur.” der. “En eski tarım bitkilerimiz, örneğin buğday, hala yeni çeşitler türetmektedir ve en eski evcil hayvanlarımız hızla iyileştirilmeye ya da değişiklik geçirmeye hala yeteneklidir.”
Darwin’in öne sürdüğüne göre, yetiştirme (breeding) insan gözetimindeki evrimdir. Bize, dölden döle aktarılan küçük değişimlerin önemini gösterir. Jones da konuya ilişkin, “Bu kaçınılmaz, olacağı kesin bir şey.” diyor.
Yine de daha fazla yumurtlayan tavuklar yetiştirmekten yeni bir türün doğal olarak evrimleşmesi arasında bayağı bir adım var. Evrim teorisine göre, bu tavuklar nihayetinde dinozorlardan, en nihayetinde ise balıklardan türedi.
Evrimin büyük sonuçlar doğurması çok uzun bir süre alıyor. Bunun kanıtını görmek içinse, daha eski kayıtlara, fosillere bakmamız gerekiyor.
Çoktan ölüp gitmiş canlıların kaya içerisinde korunagelmiş kalıntılarına fosil diyoruz. Kalıntılar kaya içerisinde korunuyor, çünkü kayalar birbirleri üzerine gelen katmanlar halinde oluşuyor, fosil kayıtları ise genellikle tarihsel bir sıraya göre beliriyor: en eski fosiller en alt katmanda bulunuyor.
Fosil kayıtlarını gözden geçirmek yaşamın zaman içerisinde değiştiğini açıklığa kavuşturuyor.
En eski fosillerin hepsi, bakteriler gibi tek hücreli organizmaların kalıntıları. Hayvanlar ve bitkiler gibi daha komplike canlılar çok daha sonra ortaya çıkıyor. Hayvan fosilleri arasında balık, amfibi canlılardan, kuşlardan veya memelilerden daha erken görülüyor. En yakın akrabalarımız maymunlara ait fosiller ise yalnızca en sığ, yani en genç kayalarda bulunuyor.
Jones, “Evrime dair en ikna edici kanıtların fosil kayıtları olduğunu düşünüyorum. Bu, Türlerin Kökeni‘nin her altı sayfasından birinin fosil kayıtlarıyla ilgili oluşundan da anlaşılabilir. Darwin, evrimin gerçekleştiğinin su götürmez bir gerçek olduğunu biliyordu” diyor.
(Hangi Türler İnsan Olarak Sınıflandırılmalı Bilmiyoruz)
Bilim insanları, fosilleri dikkatlice inceleyerek, nesli tükenmiş birçok türü şu an yaşamakta olan türlerle ilişkilendirmeyi başardı öyle ki şu an var olan bazı türlerin, nesli tükenmiş bazı türlerden türediği ortaya çıktı.
Örneğin, araştırmacılar 2014’te Dormaalocyon olarak adlandırılan 55 milyon yıllık etçil bir canlının fosillerini ortaya çıkardı, bu canlının günümüz aslan, kaplan ve ayılarının ortak atası olabileceği düşünülüyor. Araştırmacıları böyle düşündürense Dormaalocyon’un dişleri.
Hala ikna olmamış olabilirsiniz. Bu hayvanların hepsi benzer dişlere sahip olabilir, ancak aslanlar, kaplanlar ve Dormaalocyonlar farklı türler. Peki bir türün diğerine evrimleştiğini nasıl biliyoruz?
Yetersiz olduklarından, fosil kayıtları da yalnızca bir yere kadar yardımcı olabiliyor. Jones, “Çoğu fosil kaydına bakarsanız, bir formun uzun süre kaldığını, onun üstündeyse öncekinden oldukça farklı başka bir grup fosilin bulunduğunu görürsünüz.” diyor.
Ancak, bilim insanları kalıntıları daha fazla eşeledikçe, karşılarına bol miktarda “geçişsel fosil” çıktı. Bu “kayıp bağlantılar”, benzer türler arasındaki geçiş noktaları.
Tavukların dinozorlardan türediğini söylemiştik. 2000 yılında, Çin Bilimler Akademisi’nden Xing Xu liderliğindeki bir ekip, Microraptor adı verilen, modern kuşlarınkine benzer tüyleri olan ve hatta uçabildiği düşünülen küçük bir dinozor türü saptadı.
Ayrıca, yeni bir türün evrimleştiğini gerçekte gözlemek de mümkün.
2009 yılında New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nden Peter ve Rosemary Grant, Darwin’in ziyaret ettiği Galapagos Adaları’ndan birinde, yeni bir ispinoz türünün nasıl ortaya çıktığını gösterdi.
1981’de, Daphne Major adı verilen bir adaya tek bir orta yer ispinozu gelmişti. Kuş, normalden daha büyüktü ve yerel kuşlardan farklı şekilde ötüyordu.
Kuş, yavrulamayı başardı ve alışılagelmişin dışındaki özelliklerini yavrularına da aktardı. Birkaç dölden sonra, üreyerek adayı kapladılar, diğer kuşlardan farklı gözüküyorlar, farklı şekilde ötüyorlardı, bu yüzden yalnızca birbirleriyle çiftleşebildiler. Böylelikle bu küçük kuş grubu yeni bir tür meydana getirdi, yani “türleşti”.
Bu yeni tür atalarından gözle ayırt edilmesi güç bir şekilde farklı: gagaları daha değişik ve farklı şekilde ötüyor. Fakat, çok daha belirgin değişiklikler gözlemlemek de mümkün.
Michigan Eyalet Üniversitesi’nden Richard Lenski, dünyanın en uzun soluklu deneyinin sorumlusu.
Lenski, 1988’den beri, laboratuvarında 12 Escherichia coli bakterisi popülasyonunu takip ediyor. Bakteriler özel muhafazalarda kendi hallerine bırakılmış, besinleri sağlanıyor ve Lenski’nin ekibi bu bakterilerden düzenli olarak küçük numuneler alıp donduruyor.
Şu anki E.coli 1988’deki E.coli‘yle aynı değil. Lenski, “12 popülasyonun hepsinde, bakteriler atalarından daha fazla üreyecek şekilde evrimleşti” diyor. Bakteriler onlara verilen özel bir kimyasal karışıma adapte olmuş.
“Bu, Darwin’in doğal seleksiyonla adaptasyon fikrinin doğrudan bir göstergesi. Deney 20 küsur yıldır devam ediyor, şu an tipik nesil, atalarına kıyasla %80 daha hızlı bir şekilde ürüyor.”
2008’de, Lenski’nin ekibi bakterilerin büyük bir atılım yaptığını kaydetti. İçinde yaşadıkları karışımda, E. coli‘nin sindiremediği, sitrat (sitrik asit) adında bir kimyasal bulunuyor. Ancak deney boyunca 31.500 nesil geliştiği, 12 popülasyondan birinin ise sitratı sindirmeyi başardığı söyleniyor. Bu, insanların birdenbire ağaç kabuğu yiyebilmeye başlaması gibi bir şey.
Lenski, sitratın deneyin başından beri var olduğunu söylüyor. “Dolayısıyla, tüm popülasyonların bunu kullanabilecek şekilde evrimleşme fırsatı vardı… Ama, 12 popülasyondan yalnızca biri bu fırsatı kullandı.”
Bu noktada, Lenski’nin bakterilerden düzenli olarak numune alıp dondurma alışkanlığı aslında ne kadar önemli olduğunu kanıtladı. Zira, gerektiğinde önceki numunelere bakıp, E.coli‘nin sitrat yemesine yol açan değişiklikleri takip edebiliyordu.
Bunu yapmak içinse iyice yakından bakıp incelemesi gerekti. Darwin’in zamanında olmayan, fakat şimdi evrim anlayışımızda tümden bir devrim yaratan şeyi kullandı: genetik bilimi.
Tüm canlı organizmalarda genetik materyal DNA adı verilen bir moleküller zincirinde taşınır.
Organizmanın büyüyüp gelişmesini kontrol eden genler ebeveynlerden yavruya aktarılır. Bir tavuk çok yumurtluyorsa, bu çok yumurtlama özelliğini yavrusuna da aktarır ve bu aktarım genler aracılığıyla olur.
Bilim insanları geçtiğimiz yüzyıl boyunca farklı türlere ait genleri listeledi. Bunun sonucunda ortaya çıkan, tüm canlı organizmaların genetik bilgilerinin DNA’larında aynı şekilde sakladığıydı: hepsi aynı “genetik kod”u kullanıyordu.
Organizmalar yalnızca aynı genetik kodu kullanmakla kalmıyor, birçok geni paylaşıyorlar da. Örneğin, insan DNA’sında bulunan binlerce gen bitkiler ve hatta bakteriler de dahil diğer canlıların DNA’sında da bulunabiliyor.
Bu iki olgu modern yaşamın basit ortak bir atadan, milyarlarca yıl önce yaşamış “son evrensel atadan” türediğini işaret ediyor.
(İnsanlar Artık Yeni Türler Yaratarak ve Yok Ederek Evrimi Yönlendiriyor)
Organizmaların kaç geni paylaştığını karşılaştırarak, birbirleriyle ne dereceye kadar akraba olduklarını söyleyebiliyoruz. Örneğin, insanlar diğer hayvanlara kıyasla, şempanze gibi maymunlarla daha fazla, yaklaşık %96 oranında, gen paylaşıyor. Bu da maymunların en yakın akrabalarımız olduğunu gösteriyor.
Londra’daki Doğal Tarih Müzesi’nden Chris Stringer, “Bunu, bu ilişkilerin zamanla oluşmuş bir değişiklikler dizisine bağlı olduğu gerçeğinden başka herhangi bir yolla açıklamaya çalışın. Şempanzelerle ortak bir ataya sahibiz, biz de onlar da bu ortak atadan beri birbirimizden uzaklaşarak farklılaştık” diyor.
Genetik bilimini evrimsel değişimlerin detaylarını izlemek için de kullanabiliyoruz.
Austin, Texas Üniversitesinden Nancy Moran, “Farklı bakteri türlerini karşılaştırıp, paylaştıkları genleri görebilirsiniz. Bu genleri belirlediğinizde ise farklı popülasyon türlerinde nasıl evrimleştiklerini inceleyebilirsiniz” diyor.
Lenski E.coli numunelerini tekrar gözden geçirdiğinde, sitrat yiyen bakterilerin DNA’larında diğer bakterilerde olmayan değişimler fark etti. Bu değişimlere mutasyon adı veriliyor.
Bu değişimlerden bazıları bakterilerin yeni becerilerini geliştirmesinden çok daha önce meydana gelmişti. Lenski, “Özünde bu mutasyonlar bakterilere sitrata alışma becerisi bahşetmedi, daha sonra oluşacak mutasyonlara zemin hazırladı, bakterilere bu beceriyi kazandıran da bu sonraki mutasyonlardı” diyor.
Bu karmaşık olaylar zinciri, bu beceriyi neden yalnızca tek bir popülasyonun geliştirdiğini açıklamada yardımcı oluyor.
(İnfografik Anlatımla Dünyanın 25 Dönüm Noktası)
Ayrıca evrime dair önemli bir noktaya da ışık tutuyor. Belirli bir evrimsel aşama son derece olasılıksız görülebilir, ancak bu aşamayı kat edecek yeteri kadar organizma varsa, bu organizmalardan biri muhtemelen bu aşamayı kat eder ve birinin dahi bunu kat etmesi yeterlidir.
Lenski’nin E.coli deneyi bize evrimin organizmalara tamamıyla yeni beceriler kazandırabildiğini gösteriyor. Ancak, evrim her zaman daha iyiye götürmüyor. Etkileri, daha ziyade, en azıdan bizim gözlemlediğimiz üzere, rastlantısal.
Moran, bir organizmada değişime yol açan mutasyonların nadiren iyi yönlü olduğunu söylüyor. Gerçekte, çoğu mutasyonun bir organizmanın işleyişine ya hiç etkisi yok ya da negatif etkisi var.
Bakteriler izole edilmiş çevrelerle sınırlandırıldığında bazen, doğrudan her nesle aktarılan istenmeyen genetik mutasyonlar geçirirler. Zaman içerisinde bu, türü kademeli olarak olumsuz yönde etkiler.
Moran, “Bu, gerçek anlamda evrim sürecini gösteriyor. Evrim, organizmayı yalnızca iyiye götüren adaptasyonlardan ibaret değil. İşlerin kötüye sarması da büyük bir olasılık” diyor.
Organizmalar ayrıca bazı becerilerini de yitirebiliyor. Örneğin, karanlık mağaralarda yaşayan hayvanlar zaman içerisinde gözlerini kaybediyor.
Tuhaf görünebilir. Evrimin biyolojik bir iyileşme süreci olduğunu, türlerin böylelikle gelişip ilkelliklerini azalttığını düşünme eğilimindeyiz. Ancak, durum her zaman böyle değil.
İyileşme algısı, organizmaların evrimleştiği fikrini Darwin’den önce ortaya atan bilim insanı Jean-Baptiste Lamarck’a dayanıyor. Lamarck’ın katkıları son derece büyük önem taşıyor.
Ancak Darwin’in tersine, Lamarck organizmaların kendi çevrelerinde yaşamakta, bu çevrelere karşı verilen kasti bir reaksiyon olarak, doğaları gereği gelişmek istiyorlarmış gibi iyiye gittiklerini düşünmüştü.
Lamarck’ın teorisine göre, zürafaların boynu uzundu çünkü ataları yukarıdaki ağaç dallarına erişebilmek için uzamışlardı, sonra yeni kazandıkları bu uzun boynu yavrularına da aktardılar.
Jones, “Darwin kitabında Lamarck’a özellikle yer verir ve teorisinin test edilemez ve tamamen saçmalık olduğunu yazar” diyor. “Lamarck, organizmaların gelişmek istediklerini söyleyerek neyi ifade etmeye çalışmıştı? Bu nasıl test edilebilirdi?”
Darwin’in bu konuda alternatif bir teorisi vardı: doğal seleksiyon. Bu teori, zürafaların uzun boyunlarına tamamıyla farklı bir açıklama sunuyor.
Şimdi zihninizde modern zürafaların atasını canlandırın, çoğumuzun aklına geyiğe ya da antilopa benzer bir şey gelecektir. Eğer bu hayvanın yaşadığı yerde çokça uzun ağaç varsa, boynu en uzun olanlar daha fazla yemek yiyordu dolayısıyla durumları boynu kısa olanlardan daha iyiydi.
Birkaç nesilden sonra, tüm hayvanlar atalarınınkinden nispeten daha uzun boyunlara sahip oldular. Yine, boynu en uzun olanlar durumu en iyi olanlardı, böylelikle yıllar içinde zürafaların boyunları kademeli olarak uzadı, çünkü kısa boyunlu olanlar ürememeye eğilimlenmişti.
Bu durumun altında yatan mutasyonların tümü rastgele meydana geldi ve uzun boyunlu zürafalara yol açtıkları kadar kısa boyunlu zürafalara yol açmaları da muhtemeldi. Ancak, kısa boyun mutasyonları varlıklarını devam ettiremedi.
Moran, “Olayın böyle işlediğini düşünmek, sanıyorum, insanların kafasını karıştırıyor, çünkü bu kusursuz, tasarlanmış gibi gözüken bir işleyiş” diyor. Ancak eğer yakından bakarsanız bunun uzun bir küçük değişimler zincirinin sonucu olduğunu görebilirsiniz. “İşte o zaman, bunun tasarlanmış bir şey olmadığını fark edersiniz, aslında bu tuhaf bir olay öyle ki yayılmış ve başka bir tuhaf olaya yol açmış olması da muhtemel.”
Artık elimizde, birleştirdiğimizde yaşamın evrimleştiğini gösteren tüm kanıt parçaları mevcut.
Genlerdeki rastlantısal mutasyonların sebep olduğu değişerek türeme nihayetinde kademeli değişimlere ve yeni türlerin oluşumuna yol açar. Çevreye daha az uyum sağlayan organizmalar ise doğal seleksiyonla ortadan kalkar.
Son olarak bu durumu kendimize uyarlayalım.
İnsan evrimi, bazıları için sindirilmesi güç bir kavram olmuştur her zaman, ama Stringer’a göre, bunu görmezden gelmek de imkânsız.
Homo sapiens‘in tüm dünyaya yayılmadan önce Afrika’da evrimleştiğine inanılıyor.
Fosil kayıtları dört ayağı üzerinde yürüyen maymun benzeri hayvanlardan aşamalı olarak daha büyük beyinler geliştirmiş iki ayaklı yaratıklara olan değişimi gösteriyor.
Afrika’dan çıkan ilk insanlar Neandertaller gibi diğer insansı türlerle çiftleşmişti. Avrupa ve Asya kökenli insanlar, bunun sonucu olarak, Neandertal genleri taşıyor, Afrika kökenli olanlardaysa bu genler bulunmuyor.
Tüm bunlar binlerce yıl önce meydana geldi, ancak hikâye burada bitmiyor. Hala evrimleşmeye devam ediyoruz.
Örneğin, 1950’lerde Anthony Allison adlı İngiliz doktor, bazı Afrika popülasyonlarında yaygın olan ve orak hücre anemisi olarak adlandırılan hastalığı araştırıyordu. Orak hücre anemisi olan insanlarda, vücuda olması gerektiği gibi oksijen taşıyamayan anormal gelişimli kırmızı kan hücreleri bulunuyor.
Allison, Doğu Afrika popülasyonlarının alçak arazilerde yaşayıp bu hastalığa eğilimi olan insanlar ve yüksek arazilerde yaşayıp bu hastalığa eğilimi olmayan insanlar olarak ayrı gruplara ayrıldığını fark etti.
(Dünya, İnsan Çağı’na Girmiş Olabilir)
Orak hücre özelliği taşıyan insanların beklenmedik bir avantaja sahip olduğu gözlemlendi. Bu durum onları, yalnızca alçak arazilerde bir tehdit oluşturan sıtmadan koruyordu. Bu insanlar için, sıtmadan korunuyor olmak orak hücre anemisi taşımaya değerdi, çocuklarının da anemili olma ihtimali bunu değiştirmiyordu.
Bunun aksine, yüksek arazilerde yaşayan insanların sıtmaya yakalanma riski yoktu. Bu da orak hücre özelliği taşımanın onlara bir avantaj sağlamadığı anlamına geliyordu, dolayısıyla bu özelliğin aslında zararlı olan yapısı yok olmuş oldu.
Elbette ki evrim hakkında hala yanıt bulunamamış birçok soru var.
Bu sorulara basit bir örnek Stringer’den geliyor: insanların dik yürümesini sağlayan genetik değişim neydi ve bu mutasyon neden bu kadar başarılı oldu? Şu an bu sorunun cevabını bilmiyoruz, ancak daha fazla fosil ve daha gelişmiş genetik bilimle bir gün bu soruya cevap bulabiliriz.
Evrimin bir doğa olayı olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla evrim, yeryüzündeki yaşamın temeli.
Bir dahaki sefer dışarı çıktığınızda, bahçenizde, bir çiftlikte veya yolda yürürken sadece, etrafınızdaki hayvanlara ve bitkilere bir göz atın, oraya nasıl geldiklerini düşünün.
Küçücük bir böcek veya kocaman bir fil olsun, gördüğünüz her organizma aslında antik bir ailenin son üyesi. Bu organizmaların ataları, yaşamın şafağına kadar uzanan 3 milyarı aşkın yıllık kesintisiz bir nesle dayanıyor, sizin atalarınız da öyle.
BBC. 30 Temmuz 2015.
You must be logged in to post a comment Login