Varoluşu zaman ve mekan düzleminde inceleyen arkeoloji, teknik olarak yuvarlarsak son 200 yıl içerisinde gelişti.
Geçmişte özellikle zenginler ve elitler tarafından icra edilen bir “macera ve kişisel merak alanı” olan bu disiplin, hızlı bir şekilde dijitalleşen günümüz dünyasında önemli bir değişim süreci içine girdi. Artık belli bir sınıfın eylem alanı olmaktan çıkmış daha geniş kitlelerce ulaşılabilir, onlar tarafından tatbik edilebilir hale geldi.
Bu sosyal değişimle birlikte; teknolojik ilerleme, gittikçe kalabalıklaşan dünya nüfusu, insanlığın geçmişe yönelik önemli bir bilgi yığını oluşturmuş olması, arkeolojinin dünyadaki sosyal ve politik sistemlerdeki pozisyonunu değiştirdi.
20. yüzyılın ilk yarısında arkeoloji özellikle Avrupa’da siyasi bir araç olarak kullanılmış, milliyetçi ideolojilerin beslenme kanallarından biri haline geldi. Hatta Naziler, kurdukları çeşitli araştırma kurumları ve oluşturdukları bilim dışı altyapıyla arkeolojiyi bir propaganda aracı haline getirmek için uğraştılar (Arnold 1990).
2. Dünya savaşı sonrasındaki silahsızlanma, (daha doğrusu gizli silahlanma) batıda öncesine göre daha huzurlu olan bir ortam yarattı. Bu hava içerisinde arkeolojinin toplumsal rolü, nasıl yapılması gerektiği, neyi amaçladığı ve geleceği konusunda, yeni fikirlerin geçmişle yüzleşmelerin yaşandığı bir dönem yaşandı. Süreçsel ve post süreçsel arkeoloji gibi teorik akımlar, dijital arkeoloji, çöp arkeolojisi, sanayi arkeolojisi gibi yeni alanlar gelişmesi bu atmosferin çok başlıklı sonuçlarından bazıları (Renfrew ve Bahn 2017).
Bugün insanlığın geçmişine yönelik küresel bir ilgi olsa da, dünya nüfusu düşünüldüğünde kalabalık kitlelerin ilgisizliği terazide daha ağır gelecek durumda. Indiana Jones, Lara Croft gibi uluslararası simgelere dönüşmüş ilgi tutan sinema ve bilgisayar oyunu karakterleri, IŞİD’in Suriye ve Irak’taki arkeolojik eserleri yağmalaması, dünya genelinde korunamayan antik buluntular ve yapılar son 20 yıl içerisinde geçmişe karşı duyarsız olmayan insanların görsel hafızasında yer etti.
Küresel ölçekte arkeolojinin kan kaybettiği, kitlelerin merak duygularının farklı kanallara bölündüğü ve geçmişin milyonlarca insan tarafından hiç önemsenmediği bir çağa girmiş bulunuyoruz. Oysa bu bilgisizlik-ilgisizlik çağında insanlığın ve dünyanın geleceği ile ilgili en çok söz söyleyebilecek alanlardan biri arkeoloji, aktörlerden biri ise (her ne kadar çoğunlukla ilgisiz olsalar da) arkeologlar.
Teknolojik açıdan doğada var olan taş, ağaç vb. materyali kullanarak alet yapan ve hayatını kolaylaştıran Homo sapiens’in (modern insan) mevcut verilerle kabaca günümüzden 300.000 yıl öncesinden bugüne kadarki serüveni, doğayla olan mücadelesinde üstün konuma geçmesiyle sona erdi. Hala doğal afetler, depremler gibi yıkıcı etkileri olan olaylara karşı göreli bir kırılganlığı olsa da artık dünya sapiens’in dilediği gibi şekillendirdiği ve şekillendirmek istediği bir arena. Aslında bu bir yanılgıdan ibaret. İnsanlık bugün dünyanın hiçbir şekilde tükenmeyeceği gibi bir algıyla yaşamakta. Belki de biz bu yanılgının sonuçlarını tecrübe edecek ilk nesil olacağız.
Uzak geçmişte teknolojik gelişimler binlerce yıl sürebilirken biraz da abartırsak, bugün bu hızı zaman kavramıyla ölçemez duruma gelmiş haldeyiz. İnsanın teknolojik açıdan doğadaki hammaddeye bağlı olduğu durumdan doğada bulunmayan plastikten yapılmış aletleri sorgulamadan, düşünmeden kullandığımız bir zaman dilimine girmiş durumdayız. Günümüzden 4000 yıl önce Anadolu’ya teknolojik araç olarak gelen yazı, çok az insan tarafından kullanılabilmekteydi. Bugün herkes yazının sorgulanmadan kullanıldığı yaşam düzeninin içine doğduğu için insanlığın geçmişi açısından ne kadar önemli olduğunu düşünülmez bile.
Cep telefonlarının kısa mesaj konusunda geçirdiği değişim, söz konusu değişim hızının ‘yavaş’ bile sayılabileceği örneklerden biri. 3 Aralık 1992 yılında Neil Papworth ilk kısa mesajı attığında uzak mesafeler arasındaki bilgi alışverişi açısından tarihsel bir olay gerçekleşmişti. Oysa 25 yıl içerisinde bu teknoloji artık kullanışsız hale gelmiş, internetin yaygınlaşması ve WhatsApp gibi programlarla birlikte neredeyse anlamsızlaşmıştı. Son 300.000 yıla çizgisel olarak baktığımızda teknolojik açıdan daima bir hızlanma ve değişimin gerçekleştiğini rahatlıkla söylemek mümkün. Fakat 2000li yıllardan itibaren söz konusu hız inanılmaz boyutlara ulaştı.
Dünya kaynaklarının giderek tükenmesi, Sapiens’in gerek yaşam biçimi gerekse yaptığı silahlarla ekolojik dengeyi yok edecek etkinliğe sahip olması, 7 milyara dayanan nüfusun 2100 yılında 11 milyara ulaşacak olması, aslında dünya dışında yaşam kurmayı zorunlu hale getiriyor. Sapiens’in arkeo-antropolojik geçmişi düşünüldüğünde bugün uzay araştırmaları günümüzden 300.000-20.000 yıl öncesindeki gelişimi andırır durumda. Henüz uzay koşullarına uyum sağlayabilmiş, gereken donanımı yaratabilmiş, dünya dışında yaşam alanları oluşturacak teknoloji geliştirilebilmiş değiliz. Mevcut durumda Sapiens’in dünyaya yayılırken alet yapımında gösterdiği gelişme ve hız evren için yeterli gelmemekte. Eğer zamana döngüsel olarak bakarsak; Sapiens’in yüzbinlerce yıllık gezginliğinden sonra kabaca 12.000 – 10.000 yıl önce yerleşik hayata geçişiyle yaşam biçimi değiştirerek bugünlere gelmesi ile dünya dışına yayılarak orada bir “neolitikleşme” yaşamasının şafağında olduğumuz söylenebilir. Hiç kuşkusuz geçtiğimiz günlerde ülkemize gelen Elon Musk, bu “neolitikleşme”nin önemli figürlerinden biri olacak. Belki ileride, yok edilmezse eğer, dünyanın kendisi uzayda yaşayan insanların (bugünkü organik formda olur muyuz bilmem) kazı alanı haline geldiğinde bizim bıraktığımız kayıtlardan onu Buz Adam Ötzi gibi görürler kim bilir.
Bu noktada biraz da evren hakkında bir şeyler söylemek gerek. Esasında evren insanın idrak kabiliyetinin dışında bir “şey”dir. Evrenin genişliği henüz insan aklının ölçülebilir hale getirebildiği bir nitelik göstermemekte. Yapılan gözlemlenebilir ölçümler aslında bu koca bütünlükte Sapiens’in ne kadar önemsiz olduğunu yansıtır. Zaten dünyadaki metre, kilometre vb. gibi birimler uzayda anlamsızdır. Bu yüzden farklı bir ölçüm sistemi kullanılır. Saniyede yaklaşık 300.000 km olarak hepimize öğretilen ışık hızının en küçük birim olduğu düzlem, zamanın algılanabilirliğinin farklılaştığı dünya dışı ortam aslında başlı başına inanılmaz bir nitelik taşır.
Teknolojik gelişimin hızlandığı dünyada toplumlar, din temelli ve bilim-teknoloji odaklı olarak iki kategoriye ayrılabilir. İnsanlığın son 10.000 yıllık yerleşik yaşam geleneğinden beslenen din temelli toplumların bugün büyük bir kriz içerisinde olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkelerindeki sosyopolitik ve ekonomik koşullara bakılınca rahatlıkla görülebilmekte.
Bilim-teknoloji odaklı Avrupa Birliği Üyeleri, ABD, Japonya, Singapur gibi devletler öncü bir pozisyona sahipler. Ayrı bir kategoride de sayılabilecek Çin ve Hindistan iki kutbun devasa nüfuslara karışmış örnekleri. Fakat açık bir şekilde bu ülkelerin hepsi teknolojik anlamda birbirleri ile yarış halinde. Nasa, Samsung, Apple, Google, Tesla gibi dünyadaki öncü kurum ve şirketlerin hepsi bu ülkelerin simgeleşmiş teknoloji devleri.
Uzay araştırmalarının geleceğini de şimdiden yaratmaya başlayan bu ülkeler, Sapiens’in uzay macerasının başlangıç noktaları olabilecek potansiyele halihazırda ulaştı. Dünyada gelir eşitsizliğinin hiçbir zaman olmadığı kadar uçurumlar ötesi bir çizgide yaşandığı bu dönemde, dünya dışında yaşam imkanı da kuşkusuz mevcut dünya “elitlerinin” edinebileceği bir ayrıcalık olacak. O yüzden Sapiens’in bu gezegende son 300.000 yıllık mücadelesinin dışarıda nasıl gerçekleşeceğini bizlerin ya da bizden kalanların takip edebileceğini pek sanmıyorum.
Bu ölçekten bakınca Türkiye mevcut haliyle ilk grup arasında yer almakta. Teknolojik açıdan hep gerisinde ve beslenme alanında olduğumuz bu ülkeler ile aramızdaki farkın kapanmasının artık bir olanağı kalmadı. Bugün ülke kaynaklarının hepsini teknolojiye yönlendirsek bile yarışın içine girmemiz mümkün değildir. İç karartıcı gelse de bu çarpan realite, dışarıda yüzyıllardan beri süregelen bilim kültürünün yarattığı ve ürettiği ile bizim hiç olamamış çarpık sistemimizin çıktıları arasındaki uçurumun bir sonucu.
Arkeolojik geçmiş hep şunu göstermiştir ki; teknolojik üstünlük geçmişteki bütün büyük uygarlıkları yaratan temel unsurlardan biridir. Roma’nın savaş taktikleri ve teknolojisi, ateşli silahların icadıyla Avrupa ülkelerinin dünyayı domine ettikleri dönemlere girmeleri, çok daha geriye gidersek Mezopotamya’da yazıyı var eden insanların örgütlenme ve ekonomi yönetimi konusunda dönemin en gelişkin medeniyetleri haline gelmeleri teknolojik üstünlüğü yansıtan çok sayıda örnekten sadece birkaçı. Bugün uzak geçmişteki bu örnekler, uzak gelecekte varılacak noktada bizim nerede olduğumuzu da göstermekte. Geçmişe iz bırakanlar bugün anımsananlardır.
Biz ülke olarak uzak gelecek için böyle bir iz bırakabiliyor muyuz?
Faydalanılan Kaynaklar
Colin Renfrew ve Paul Bahn, Kuramlar, Yöntemler ve Uygulama, Homer Kitabevi, 2017. Çeviren: Gürkan Ergin. (Arkeologların, arkeoloji öğrencilerinin mutlaka okuması gereken bir kitap)
Bettina Arnold. The past as a propaganda: totalitarian archaeology in Nazi Germany, Antiquity 64/244, 1990.
You must be logged in to post a comment Login