Antik tanrıçaların bir karışımı olan Aphrodite, aşkın, güzelliğin, doğurganlığın ve savaşın koruyucusuydu. Ancak bu Yunan tanrıçasının şöhrete yükselişi, düşündüğünüzden çok daha karmaşık bir hikayeye sahip.
Yunan Olimpos tanrıları, çılgın ve sorunlu bir ilahi aileydi. Yunanistan’ın kuzeyindeki Olimpos Dağı’nın görkemli yamaçlarında yaşadıklarına inanılan bu doğaüstü varlıkların, insana benzedikleri—ama çok daha iri, parlak ve güçlü oldukları—düşünülüyordu.
Olimpos tanrıları ve tanrıçaları bilgelik (Athena), akıl (Apollon) ve aşk (Aphrodite) gibi insani niteliklerin vücut bulmuş haliydiler, ancak kusursuz oldukları söylenemezdi. İçki içer, gönül ilişkilerine girer, öfkelerinin hıncını insanlardan çıkarırlardı. Biçim değiştirebilme yetenekleri sayesinde, en beklenmedik yerlerde karşınıza çıkabilir, bir gökkuşağı ya da kapınızı çalan bir yabancı kılığına girebilir, köşeyi dönen hafif bir rüzgâr esintisinde ya da azgın bir denizdeki korkunç bir yaratık olarak kendini gösterebilirdi. Tanrıların kralı Zeus başta olmak üzere, hiçbirine bulaşmaya gelmezdi.
(İlgili: Yunan Şarap ve Şenlik Tanrısı Dionysos Kimdi?)
Bir tanrıçanın doğuşu
Cinsel aşkın antik tanrıçası olan Aphrodite’nin doğumu, aslında tüyler ürpertici bir olaydı. Antik Yunan ozanlarının dizelerinde yer alan ve Yunan dünyasından kalma en eski nesir metinlerinde kaydedilen Aphrodite’nin öyküsü, hafızalara kazınacak kadar korkunç bir mite dönüşmüştü. Yunanlar, dünyanın başlangıcından önce sonsuz, biçimsiz ve ilkel bir gecenin var olduğuna ve bu hiçlikten olağanüstü bir gücün doğduğuna inanıyorlardı.
Büyük toprak tanrıçası Gaia, kendi oğlu olan gök tanrısı Uranos ile evlenmişti; ancak bu mutlu bir birliktelik değildi. İki tanrı, aralarında sevgi olmadan birleşiyordu. Birlikte yarattıkları çocuklardan—Titanlar, Kikloplar ve Hekatonkheirler—nefret eden Uranos, hepsini Gaia’nın yeryüzündeki karnına hapsetti.
Bu sonsuz çiftleşmeden bıkan Gaia, bir gün oğullarından bir diğerini, Kronos’u yardım etmeye ikna etti. Eline—bazı ozanlara göre adamitten, bazılarına göre çakmaktaşından yapılmış—dişli bir orak alan Cronus, babasının penisini ve testislerini öfkeyle kesip kopardı. Tarif edilemez bir acıyla kükreyen Uranos, ensest kucaklaşmasını şiddetle bozdu ve böylece yer ile gök birbirinden ayrılmış oldu.
Uranos’un kanlı, fışkıran, kesilmiş cinsel organı aşağıdaki denizlere düştü ve Yunanistan’ın güneyindeki Kythera Adası’ndan doğuya doğru sürüklenerek Kıbrıs’ın çalkantılı sularına ulaştı. Burada, arkaik Yunan yazarı Hesiodos’un yaratılış mitlerini derlediği Theogonía (Tanrıların Doğuşu) adlı eserinde anlattığı gibi, köpüren karmaşanın içinden “korkunç ama aynı zamanda eşsiz güzellikte bir bakire” doğmuştu. İşte bu bakire tanrıça Aphrodite’ydi. Roma dünyasında ise Venüs olarak anılmaya başlanacaktı.
Bu ışıl ışıl genç kız çorak toprağa adımını atar atmaz, “zarif ayaklarının” altından otlar ve çiçekler fışkırdı. Onun gelişi, antik Yunan edebiyatının en zarif anlatılarından bazılarına ilham verdi. Aşağıda, Aphrodite hakkında yazılmış antik bir destansı şiir olan Kypria‘dan (Barbara Breitenberger çevirisi) bir alıntı yer alıyor:
Tenine, Kharitler (Üç Güzeller) ile Horaeler (Mevsimler) tarafından yapılmış ve bahar çiçeklerinin renkleriyle boyanmış giysileri geçirdi. Horaelerin de kullandığı giysiler gibi; çiğdem ve sümbülle, çiçek açan menekşeyle, zarif güllerle ve tanrısal kokulu nergis ve zambak çiçekleriyle boyanmıştı.
Aphrodite’yi tanıdığımızı sanıyoruz. Yılda bir kez Sevgililer Günü kartlarında beliren, mis kokulu bir aşk tanrıçası olduğunu düşünüyoruz. Oysa psikolojik, tarihsel ve arkeolojik açıdan bakıldığında, o bundan çok daha fazlası: Aphrodite, zamanı ve mekanı aşan bir güç ve etki kaynağıydı. Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da yürütülen araştırmalar, Aphrodite’ye tapınma biçimlerinin, arzu, tabu, aşk, şehvet ve uygarlığın karmaşık sorunlarına ilişkin pek çok şeyi gün ışığına çıkardığını gösteriyor.
(İlgili: Yunan ve Roma Panteonunun Tanrıları ve Tanrıçaları Kimlerdi?)
Aphrodite’nin atalarını ortaya çıkarmak
Yakın zamanda küçük bir çocuğun mezarından çıkarılan ve Kıbrıs’taki Larnaka Bölge Müzesi’nde sergilenen yaklaşık 3.500 yıllık bir kolye, minik altın narlardan oluşuyor. Uzun zamandır Aphrodite ile ilişkilendirilen narın renkleri, hem doğurganlığı hem de ölümü simgeliyor. Kolyenin bulunduğu yerde, Tunç Çağı’nın doğurganlık, haz ve acı tanrıçası olan Astarte’nin tasvirinin kazındığı altın bir madalyon da ortaya çıkarıldı. Bu narin takıların yanı sıra, yüzleri kuşlara benzeyen kadın figürinleri de ele geçirildi—bunlar, Akdeniz’in sadece 400 kilometre doğusunda, Suriye ve Levant bölgelerinde bulunanlarla oldukça benzerdi.
En azından MÖ 2500’den itibaren denizcilerin ve tüccarların doğudan Kıbrıs’a geldiklerini, beraberlerinde ticari malların yanı sıra yeni fikirleri ve kültürel etkileri de getirdiklerini biliyoruz. Bu kültürler arası temas, her türlü arzuya hükmeden—yalnızca aşkla kalmayıp savaş, fetih ve kontrol tutkusunu da kapsayan—bir ilah fikrini ortaya çıkardı.
Günümüz Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Filistin, Anadolu ve Mısır bölgelerini kapsayan coğrafyada, iskelet kanıtlarının (baltalarla kesilmiş bacaklar, göz yuvalarına saplanmış oklar, pala ile kesilmiş kürek kemikleri) kabileler ve klanlar arası şiddetin neredeyse sürekli olduğunu gösterdiği bir dönemde, çatışma ve bedensel arzuların temsilcisi olan kutsal bir varlık inancı, yerel inanç sistemlerinin merkezi bir unsuru haline geldi. İnanna, İştar ve Astarte gibi çeşitli adlarla anılan bu görkemli ve değişken tanrıça, çatışma ve bedensel arzuların enkarnasyonuydu.
Doğudaki bu Aphrodite eşdeğerlerine büyük bir tutkuyla tapınılıyordu. Tanrıça İnanna, yalnızca Babil’de 180’den fazla kutsal alanı yönetiyordu. Mısır firavunu III. Amenhotep, krallığını saran esrarengiz bir hastalığı ortadan kaldırmaya yardımcı olması için Ninova şehrinden güçlü İştar’ın bir heykelinin getirilmesini istemişti. Genellikle boynuzlu olarak tasvir edilen Astarte ise Fenikeli tüccarların kullandığı gemilerin pruvalarını süslerdi. Şans ve koruma getiren bir totem figürü olan Astarte, doğurgan ve ve mücadeleci yapısıyla 16. yüzyıldan itibaren kalyonlarda çok popüler hale gelen görkemli gemi başı süsleri için bir ilham kaynağıydı.
Tüm bu doğu tanrıçalarının, artık doğru bir şekilde gezegen olarak sınıflandırdığımız ve hâlâ Venüs dediğimiz “yıldız” formunda gökyüzünde yaşadığına inanılıyordu. Kıbrıs da 5.000 yıl öncesine uzanan, hayranlık uyandırıcı doğurganlık figürlerine ev sahipliği yapar. Bunlar da Aphrodite’nin doğulu ada atalarıdır.
Her ne kadar Yunanlar, Aphrodite adının Yunanca “deniz köpüğü” anlamına gelen sözcükten türediğini iddia etseler de (aphros “deniz köpüğü” anlamına geliyor), adının Fenike dilindeki Ashteroth’tan gelmesi, sonra Hellenleştirilerek Astarte’ye ve en nihayetinde Aphrodite’ye uyarlanmış olması çok daha olası görünüyor. Kıbrıs kıyılarından çıktığı anlatılan Aphrodite, hem doğunun hem de batının özelliklerini bünyesinde barındıran bir varlıktı. Tarihöncesi dönemde, uluslararası bakır ticareti için bir aktarım merkezi olan Kıbrıs, kültürel etkilerin kaynaştığı bir cadı kazanı gibiydi.
Bakır, adını Kıbrıs adasından alıyor (Bakır anlamına gelen İngilizce “copper” kelimesinin kökeni, Kıbrıs Adası’na atıfta bulunan Latince “cyprium” kelimesine dayanıyor); Aphrodite de bu nedenle Kypria, yani “Kıbrıslı tanrıça” olarak anılmaya başlamıştı. Bakır, kalayla karıştırıldığında Tunç Çağı medeniyetinin ilerlemesini körükledi. Levant’tan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan ve Yunan anakarasından gelen, bakır külçeleriyle dolu tekneler Kıbrıs limanlarına uğrardı. Miken etkisi Kıbrıs’a beden ve ruh güzelliğini temsil eden bir doğurganlık tanrıçası kavramını getirdi. Tüm bu unsurlar Kıbrıs’ta iç içe geçip kaynaştığında, hem sert hem de muhteşem yönleriyle gerçek Aphrodite doğmuş oldu.
Tanrıçaya adanan kurbanlar
Aphrodite, hem romantik hem de çatışmalı insan ilişkilerinden sorumlu bir tanrıça olduğundan, şehirlerin totemik koruyucusu haline geldi. Atina’da, ünlü Parthenon tapınağıyla (bilgelik tanrıçası Athena Parthenos için inşa edilmişti) taçlandırılan tüm Akropolis kayası, Athena’ya değil, kız kardeşi Aphrodite’ye adanmış kutsal bir alan olarak kabul edilirdi.
Şehrin vatandaşları, yükselen pembe granit kayalığın yanlarına oyulmuş nişlere tanrıça için narlar, kokulu yağlar veya süt dolu kaplar bırakırlardı. Hatta günümüzde bile bazı genç romantikler, aşk tanrıçasını Akropolis’teki aynı nişlerde ve aynı şekilde onurlandırmaya devam ediyor.
Atina Agorası’nda da Aphrodite’ye adanmış kutsal alanlar vardı. Burada tanrıçanın sevdiği kuşlar olan güvercinlerin (Yunanca güvercin anlamına gelen peristera kelimesinin, neredeyse kesinlikle Sami dilindeki “perah Ishtar”, yani İştar kuşundan türediği düşünülüyor) dilleri kesilir ve kanları onun onuruna sunaklara serpilirdi.
Bu demokratik öncü şehirde, sakinlerin birbirlerine saygı göstermesi hayati bir önem taşıyordu. Aphrodite’nin antik toplum için bir tür kozmik yapıştırıcı görevi gördüğüne inanılırdı. Bu gelenek devam etti; hatta Aphrodite’nin, büyük Hristiyan şehri Konstantinopolis’in en eski haritalarından birinin köşesinde asılı durduğu ve metropolü koruduğuna dair bir tasviri bile var.
Uzun zamandır çiçekler ve parfümlerle ilişkilendirilen Aphrodite’ye tapınma, baş döndürücü bir deneyim olmalı. Kıbrıs’taki Paphos antik kentinin (Baf) büyük kutsal alanda, denizden doğduğuna inanılan yere yakın bir yerde zambaklar, menekşeler ve mis kokulu mersin ağaçları yetiştirilirdi. Nilüferlerle dolu havuzlar ve güllerden oluşan kemerler vardı; işte bu yüzden bugün Sevgililer Günü’nde 250 milyondan fazla gül hediye ediyoruz. Antik Paphos’taki Aphrodite Tapınağı, antik dünyanın en büyük kutsal alanlarından biriydi. Burada kanlı kurbanlara izin verilmiyordu; sadece Arabistan’dan getirilen pahalı tütsüler yakılır ve zeytinyağı, bal ve şarap gibi adaklar sunulurdu. MÖ 8. yüzyıldan kalma yerel seramik kaplarda, Kıbrıslı bir tanrıçanın veya baş rahibenin bir tür güçlü bir karışımı—muhtemelen afyon katılmış şarap ya da laudanum—bir kamışla içtiği tasvir ediliyor.
Bedensel zevklere olan düşkünlüğü göz önüne alındığında, Aphrodite’nin aynı zamanda seks işçilerinin de koruyucusu olması şaşırtıcı değil. Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış bir yazar olan Ennius, Yunan yazar Euhemerus’tan yaptığı çevirisinde, Aphrodite’ye “dünyanın en eski mesleğini” icat etme onurunu dahi atfeder. Atina’nın merkezinde yapılan kazılarda, şehrin genelev bölgesi olan Kerameikos’ta güzel bir gümüş madalyon ortaya çıkarıldı. Buradaki dar odalar, Atina’daki kadın ve erkek seks kölelerine ev sahipliği yapıyordu. Aşk tanrıçasının korumasının bir nebze olsun rahatlık sağladığını umabiliriz.
Tarihsel kaynaklara göre, özellikle Yunan tarihinin babası olarak anılan Herodotos’un aktardığı üzere, antik Paphos’ta ve Babil’deki Mylitta tapınağı da dahil olmak üzere Aphrodite’nin diğer tapınaklarında kutsal seks işçileri faaliyet gösteriyordu. Tarihsel olarak deniz yoluyla seyahat ettiği bilinen ve sınırları, coğrafyaları aşarak etkileşim ve kaynaşmayı teşvik eden bir tanrıça olduğu için, Aphrodite’ye limanlarda büyük bir coşkuyla tapılırdı. Uluslararası denizcilerin gelip gitmesiyle birlikte, genelevler liman kentlerinin değişmez bir parçası haline gelmişti.
(İlgili: Antik Yunan Kadınlarının Gizli Hayatları)
Aphrodite’nin evrenselliği
Aphrodite’ye, Anadolu’daki Knidos’ta (Praksiteles’in “Knidoslu Afrodit”i tanrıçanın en ünlü heykellerinden biri), Sicilya’daki Siraküza’da ve Napoli Körfezi’ndeki Pompeii’de bulunan görkemli tapınaklarda büyük bir hayranlıkla tapınılırdı. MÖ 89 yılında Venüs Pompeii’nin baş tanrıçası olduğunda, şehrin adı resmen Colonia Cornelia Veneria Pompeianorum olarak değiştirildi.
Ancak Aphrodite’nin aynı zamanda mütevazı evlerde de yaşadığına inanılıyordu, çünkü o, evlilikler ve aile ilişkileri üzerinde egemen olan bir koruyucu tanrıçaydı. Atina’nın büyük demokratik reformcusu Kleisthenes’in bastırdığı sikkelerin bir tarafında tanrıça Athena, diğer tarafında ise Aphrodite, “tüm halkların” anlamına gelen Afrodit Pandemos olarak yer alıyordu.
Antik tanrı ve tanrıçalar evrensel fikirleri temsil eder, bu yüzden şaşırtıcı olmayan bir şekilde, erken Romalılar da Venüs adını verdikleri kendi doğurganlık ve üreme tanrıçalarına sahiplerdi. MÖ 146’da Korinth’in düşmesinin ardından Romalılar Yunan topraklarını ele geçirdiklerinde, Venüs ve Aphrodite sıklıkla birbirinin yerine geçmeye başladı. Arzu, hırs ve savaş yeteneğiyle güçlü bir figür olan cesur Venüs-Aphrodite, Romalıların efsanevi anlatılarının merkezinde yer almak için mükemmel bir tanrıça haline gelmişti.
Romalılara göre Venüs, Troya Savaşı’nın yıkımından kaçan kahraman Aeneas’ı doğurmuş, Aeneas da Roma İmparatorluğu’nun temellerini atarak Iulius hanedanını kurmuştu. Iulius soyunun torunları olan ikizler Romulus ve Remus ise Roma’yı kuracaklardı. Böylece Venüs, Roma Cumhuriyeti’nin ve imparatorluk hedeflerinin manevi annesi olarak kabul ediliyordu.
Vergilius’un (Virgil) epik şiiri Aeneis’inde, Venüs ile yaptığı bir sohbette, Aeneas’ın kaderinin “sınırsız bir imparatorluk” peşinde koşmak olduğunu duyarız. Iulius Caesar savaşa girdiğinde, tıpkı rakipleri Pompeius ve Crassus gibi Venüs’e kurban sunardı. Zafer kazanan Roma kahramanı Sulla, Venüs’ün onuruna tapınaklar inşa ettirdi. Iulius Caesar, tanrıçaya olan saygısını göstermek için Roma Forumu’nun tam ortasında Venüs için büyük bir tapınak inşa etti.
Venüs, Roma’da yılda dört büyük festivalle onurlandırılıyordu: ilkbaharda Veneralia; kutsal seks işçilerinin mersin ve gül çelenkleri taşıdıkları ve şarap amforalarını devirdikleri Vinalia Urbana; yazın yapılan bir bahçe festivali; ve MÖ 46’dan itibaren, Venüs’ün Roma halkının annesi ve atası olarak tapınıldığı Venüs Genetrix dönemi.
Iulius Caesar, Venüs’ü savaşçı kıyafeti içinde gösteren bir yüzüğü gururla takıyordu ve giderek artan bir şekilde, Venüs’ün Roma heykelleri onu çıplak ama silahlı, miğfer, kılıç ve kınla övünürken tasvir ediyordu.
Aphrodite insanlık için pek çok şeydi. Kataskopia (“casusluk yapan”) ve Androphonos (“erkek katili”) olarak da tanımlanan bu tanrıçayla uğraşmak yasaktı. O sadece güzel bir yüze sahip olmaktan çok daha fazlasıydı.
Bu kanlı Yunan köken mitinin alternatif bir versiyonu bize, Aphrodite’nin Zeus ve deniz perisi Dione’nin birleşmesinden doğduğunu anlatır.
Aphrodite’nin Adası olarak adlandırılan Kıbrıs’ın güneybatı sahil şeridinde, kış aylarında, şiddetli dalgalar 90 derecelik açıyla etkileyici kıyıya çarpar ve yükselen, şekil değiştiren, merak uyandırıcı sütunlar oluşturur. Bu sütunların, Aphrodite’nin kendisi olduğuna inanılır.
Bu tuhaf fenomene tanıklık etmek bugün hâlâ mümkün; bu görüntü, Venüs-Aphrodite’nin ölümsüz olduğuna ve hem insanlığın ilkel dürtülerinden hem de insan ilişkilerinin karmaşık doğasından sorumlu olduğuna dair eski inancın hayaletvari bir yansıması gibi.
MÖ 1. yüzyılda, Romalı yazar Lucretius, bu ilginç, ilham verici ve etkileyici tanrıçayı “evrenin tek yönlendirici gücü” olarak tanımlamıştı. Gerçekten de “tüm halkların birleştiricisi” olan Aphrodite Pandemos‘a yaraşır bir tanım!
National Geographic. 9 Ocak 2025.
You must be logged in to post a comment Login