Yeni bir keşif, Roma imparatorluğunun gümüş arayışında kaderini değiştirebilecek bir servete ne kadar yaklaştığını ortaya koyuyor.
Gözden düşmüş bir komutanının, lejyonerlerini imparatorluğun sınırındaki tehlikeli bir madene zorla göndermesi ile ilgili anlatı, Romalı tarihçi Tacitus’un Annals (Yıllıklar) adlı eserinde yer alan, yaklaşık bir paragraf uzunluğundaki anekdot ve başka hiçbir yerde böyle bir anlatı geçmiyor. Bu nedenle bu anekdot, gözden kolayca kaçabilecek bir pasaj.
Olay, Roma’nın sınır bölgelerini ve onların kaynaklarını ele geçirmeye çalıştığı, yayılmacı bir dönem olan İmparator Claudius’un (MS 41–54) hükümdarlığı sırasında geçiyor. Tacitus’un pasajında adı geçen yer belirsiz; Roma işgali altındaki Germania Superior’un hemen dışında “Mattium” olarak tanımlanan bölgenin içinde olduğunu belirtiyor. Ancak amaç net; imparatorluğa güç veren bu metalden daha fazla bulmak.
Gümüş; patricilerden subaylara, askerlerden halka sikkeler, külçeler ve takılar halinde yayılıyordu. Sikkeler sadece birer para değildi; üzerlerinde imparatorun profili basılı olan her bir sikke, coğrafyalar boyunca dolaşırken onun gücünün sembolü olarak hizmet ediyordu. Roma’nın şimdiye kadarki çıkarılmış gümüşünün büyük bir kısmı Hispania’dan (günümüz İspanya ve Portekiz) gelmişti, ancak maden arayıcıları imparatorluk boyunca uzun süredir başka cevherler de aramaktaydı.
(İlgili: Çekya’da Roma Askerine Ait Nadir Bir Bilek Cüzdanı Keşfedildi)
Tacitus’un anlatımında lejyonerler, meşakkatli ve tehlikeli olan madencilik işiyle tükenmişlerdi. Aynı zamanda bu iş, su kanalları kazmak ve yer altında tüneller inşa etmek anlamına geliyordu ve zaten açık havada bile yapılması yeterince zorken, yağ lambalarının loş ışığıyla anca kırılabilen boğucu bir karanlıkta yapılması ise işi katlanılamaz hale getirmişti.
Lejyonerler, memnuniyetsizliklerini göstermek için imparatora mektup yazıp, gözden düşmüş komutanları Curtius Rufus’un çabalarını zafer onurlarıyla ödüllendirmesini istediler. Bu tür bir takdirin, Rufus’un büyük ölçüde sonuçsuz kalan bu çabayı sonlandırmasını sağlayacağını umuyorlardı. Sonunda, gümüş arayışı terk edildi ve ordunun kurduğu kamp yok edildi.
Tacitus’un hikâyesi, klasik dönem bilim insanlarının uzun zamandır ilgisini çekiyordu; ancak onlar Tacitus’un eserinden farklı bir kaynakta bu tür bir girişime dair herhangi bir kanıta rastlayamadılar. Bazı bilim insanları bu hikâyeyi renkli ama doğrulanamaz bir yan bilgi olarak görüp ciddiye almadı. Liverpool Üniversitesi’nden, Roma ekonomisi ve madencilik faaliyetleri konusunda uzman olan Alfred Hirt ise bu tür anlatıları “mirabilia” denilen sadece okuyucuyu eğlendirmek amacıyla anlatılan, hayret verici hikâyeler olarak yorumladı.
Ama bu günlerde, arkeoloji dünyasını heyecanlandıran son bir keşif, Tacitus’un aslında gerçek bir olayı anlatmakta olduğunu öne sürüyor. Görünüşe göre Rufus ve adamları gerçekten de gümüş aramışlar, ancak büyük damarı bulamadan kampı terk etmişlerdi.
Artık biliyoruz ki bölgede imparatorluğun kaderini değiştirecek kadar çok gümüş vardı. Ancak onların bu büyük fırsatı kıl payı kaçırmış olmalarının ne kadar önemli olduğu, ancak binlerce yıl sonra meraklı bir Alman avcının tüm parçaları bir araya getirmesiyle anlaşılacaktı.
2016 yılının serin bir Nisan akşamı, Jürgen Eigenbrod adında 72 yaşında eski bir paraşütçü, Rhineland-Palatinate bölgesindeki tarihi kaplıca kasabası Bad Ems’in çevresindeki tepelerde yaban domuzu avlıyordu. Bir tahıl tarlasında alışılmadık bir desen fark etti. Yeşil örtü içinde uzanan iki paralel, sarımtırak şerit. Yoldan geçen başka biri olsa, muhtemelen hiçbir anlam çıkarmazdı. Bu izler kamyon ya da tank izleri olmak için fazla genişti. Komplo teorisyenleri belki de bunun dünya dışı bir kökenden geldiğini dahi iddia edebilirlerdi. Ama Eigenbrod oradaki tarihsel gerçeği görebiliyordu.
Somali’de Birleşmiş Milletler barış gücünde görev yapmış ve Tel Aviv’de savunma ataşesi olarak bulunmuştu, ancak 2003 yılında Alman ordusundan emekli olduktan sonra dikkatini, zamansal olarak çok uzak olsa da, evine daha yakın yerlerdeki gelişmelere çevirmişti. Eigenbrod, Bad Ems çevresinin arkeolojisi ve tarihine büyük bir ilgi duymaya başlamış ve hatta Lahn Vadisi’nde gönüllü olarak bir dizi küçük çaplı kazıya öncülük etmişti.
Amatör olmasına rağmen, bu bitki izlerinin insan yapımı bir yapının işareti olduğunu biliyordu; arkeolojinin temel prensiplerinden biri aklındaydı: Doğada düz çizgiler yoktur. Yerin altındaki bir şey, toprağın yoğunluğunu değiştirmiş ve yüzeydeki bitkilerin farklı hızda olgunlaşmasına neden olmuştu. Peki ama neydi?
Emekli bir fırkateyn kaptanı ve aynı zamanda bir tarih meraklısı olan eski dostu Hans-Joachim du Roi’dan, daha net bir görüş elde etmek için tarlayı drone ile yukarıdan fotoğraflamasını istedi. Havadan çekilen görüntü, paralel çizgilerin dik açıyla döndüğünü ortaya koydu. Köşesi tıpkı bir oyun kartı gibi yuvarlaktı, Eigenbrod görüntüyü gördüğünde nabzı hızlandı. Böyle bir yerleşim düzeninin tasvirlerini daha önce görmüştü. Bu, yalnızca tek bir şey olabilirdi; o da Roma askerlerinin, imparatorluğun sınırlarında kurdukları askeri kampların etrafına sıklıkla kazdıkları, savunma amaçlı çift yapılı hendeklerin açık ve kesin izleriydi.
Eigenbrod’un çalışmaları henüz yeni başlıyordu ve arkadaşı Du Rio; onun Koblenz’deki Rheinland-Palatinate arkeologlarını kazı yapmaya ikna etmesi gerektiğini ve sonunda bunu başardığını söylüyor. Eigenbrod’un ısrarları sonucu bölgenin arkeoloji dairesi, çevrede Ehrlich Platosu olarak bilinen alanda jeomanyetik bir araştırma yapılmasını kabul etti. Bu yöntem, Dünya’nın manyetik alanındaki son derece küçük değişimleri ölçerek, çift yapılı hendekten oluşan şeklin başka bölümlerini de ortaya çıkardı ve bu hendeklerin toprak ve ahşap tahkimatlarla çevrilmiş 19 dönümlük bir Roma kampının sınırlarını belirlediğini doğruladı.
Ehrlich kampının kazısı 2017 yılında başladı; kazıya arkeolog Thomas Maurer öncülük etti, çalışmalar ise Trier’deki Rheinland Eyalet Müzesi’nden Peter Henrich ve Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi’nden Markus Scholz tarafından denetlendi. Başlangıçta bu alanın Augustus dönemine (MÖ 27 – MS 14) ait olduğu düşünülüyordu; muhtemelen Roma askerlerinin ilerleyişleri sırasında kurdukları birçok geçici yürüyüş kampından biriydi. Avrupa’nın dört bir yanında, çoğu zaman bitki izleri sayesinde keşfedilen bu tür kamplar bulunmuştu; ancak Scholz’un doktora öğrencisi Frederic Auth’un ifadesiyle, arkeolojik buluntu açısından bunlar “pek de etkileyici değildi.”
Fakat Eigenbrod, Ehrlich’in bundan daha dikkat çekici bir kamp olabileceğini düşündü. Tacitus’un o muğlak pasajına aşinaydı. Mattiaci halkına yapılan atıf, Bad Ems yakınlarına yerleşmiş Germen kabilesi olmaları nedeniyle erken bir ipucuydu. Eigenbrod, çevrede uzun süredir gümüş madenciliği yapıldığını bildiğinden, keşfettiği kampın Tacitus’un sözünü ettiği madencilik operasyonuyla ilişkili olduğuna giderek daha çok ikna oldu. Belki de memnuniyetsiz lejyonerlerin konuşlandığı yer burasıydı.
Profesyonel arkeologlara göre, Eigenbrod’un hipotezi, bu konuda amatör birinin naif yaklaşımını yansıtıyordu. Arkeologlar, ona arkeoloji disiplininin gerçekte böyle işlemediğini söylediler. Auth şöyle dedi: “Arkeolojiyle tarihsel kaynaklar arasında bağlantı kurmak oldukça zordur ve biz bu metinleri fazla yorumlamamaya özellikle dikkat ederiz; çünkü Tacitus, Roma Germen bölgesini hiç görmemişti”.
Bu söylemler karşısında heyecanını bir an olsun kaybetmeyen Eigenbrod, kazıya tam anlamıyla destek verdi. Kazılarda başka bazı buluntuların yanı sıra bir at koşum takımına ait pirinç bir halka, demir çiviler ve cüruf (metal eritme artık maddesi) ortaya çıkarıldı. Ancak, alanın kesin bir şekilde tarihlendirilmesine olanak sağlayacak nitelikte pek az şey bulundu. Arkeologların elindeki en güçlü ipucu, oldukça aşınmış bir bronz madeni paraydı. Bu parada, güçlükle seçilebilen bir İmparator Caligula portresi vardı ve büyük ihtimalle bu para, MS 37 ya da 38 yılında Roma’da basılmıştı. Daha sonra eski bir kuyunun dibinde, onu takip eden Claudius dönemine ait bakır alaşımlı başka bir madeni para daha bulundu.
Ancak madeni paralar uzun süre dolaşımda kalabildiğinden – özellikle de Claudius döneminde az sayıda para basıldığı için – bu bulgular kazı alanının tarihini kesin olarak belirlemeye yetmiyordu. Yine de, bulunan seramik parçaları (tabaklar ve testiler gibi), birinci yüzyılın ortalarına özgü tipik özellikler gösteriyordu. Tüm bu veriler bir araya getirildiğinde, arkeologlar Ehrlich kampının MS 40’lı ya da 50’li yıllara ait olduğu sonucuna vardılar. Yani, Tacitus’un bahsettiği dönemle tam olarak örtüşen bir zaman dilimiydi bu.
Eigenbrod’un teorisi henüz doğrulanmamıştı. Ehrlich kampının zaman aralığı Tacitus’un dönemiyle örtüşüyor olabilirdi ama aynı döneme ait bir Roma gümüş madeni kanıtı olmadan, bu sadece ilgi çekici bir tesadüf olabilirdi. Böyle bir kanıtı bulmak ise hiç kolay değildi. Bad Ems çevresindeki bölge, Tevrat zamanlarından İkinci Dünya Savaşı’na kadar çeşitli metaller için kazılmıştı. Bu yüzden bölge çukurlar, şaftlar ve tünellerle doluydu; bunlardan bazılarına hâlâ erişilebiliyordu. Scholz, “Bu çukurların bazıları Roma dönemine ait olabilir, ama Orta Çağ’da ya da son birkaç yüzyılda yeniden şekillendirildi” diyordu. Ayrıca, bölge savaşta ağır bombardımana uğramıştı; bu da kraterlerle eski madenleri ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. Auth ise “Jürgen Eigenbrod’un asker kökenli olmasına oldukça seviniyoruz, çünkü bu sayede ikisini birbirinden ayırt edebiliyoruz” diye ekliyordu.
Deliklerle dolu bir arazide keşfedilmemiş bir maden aramak yerine Eigenbrod, arkeologları uzun zamandır bilinen yakındaki başka bir Roma alanına yönlendirdi: Bad Ems’in 2,5 km kadar uzağındaki, Blöskopf (“çıplak kafa”) adlı ıssız bir tepenin zirvesinde yer alan küçük bir tahkimat kalıntısı. Alan, 1897’de emekli yarbay Otto Dahm tarafından incelenmişti. Dahm, Eigenbrod gibi, Tacitus’un sözünü ettiği o gümüş madenini bulduğunu düşünmüştü. Dahm, Blöskopf’un gerçekten bir ergitme tesisi olduğunu ve 2. yüzyılın sonuna tarihlenmesi gerektiğini savunmuştu; bu da Tacitus için çok geç bir dönemdi.
Eigenbrod’un teşvikiyle Auth, Blöskopf’a yeniden bir göz attı. Dahm’ın 19. yüzyıldaki yayınını incelediğinde, bunun neredeyse tamamen hatalarla dolu olduğunu, çok az buluntu gösterdiğini ve yöntem açısından da özensiz hazırlandığını fark etti. Auth, Dahm’ın zamanında bilinmeyen teknolojileri kullanmanın yanısıra (örneğin yer altını haritalamak için kullanılan lidar vb) çok daha fazla arkeolojik titizlikle yeni bir kazıya öncülük etti. Bu kazıda, Claudius dönemine ya da daha öncesine ait bir çift madeni para gün yüzüne çıkarıldı; ancak onun evlatlık oğlu Nero’nun hükümdarlık dönemine ait hiçbir paraya rastlanmadı.
Sikkeler bunu doğruladı. Yani büyük Ehrlich Kampı ile daha küçük Blöskopf karakolunun gerçekten aynı döneme ait olduğu ve büyük olasılıkla birbiriyle bağlantılı bulunduğu ortaya çıktı. Dahası, Blöskopf yapısı, günümüzde zengin bir gümüş kaynağı olarak bilinen bir bölgede yer alıyordu. Romalı maden arayıcıları, Blöskopf’un verimli bir maden alanı olduğunu anlamak için muhtemelen çevredeki çeşitli ipuçlarını kullanmışlardı. Daha büyük olan Ehrlich Kampı büyük ihtimalle bölgedeki ana Roma üssü olarak görev yapıyordu ve bu üs, Blöskopf madeninde çalışan ve karakolu koruyan lejyonerleri sağlıyordu. Bu şüphe üzerine Auth, Eigenbrod’u ve Roma madenciliği uzmanı Markus Helfert’i, Blöskopf tepesinden geçen tünele götürdü. Helfert, tünelin neredeyse kesin olarak Roma dönemine ait olduğunu doğruladı. Bu kadarı, arkeologların Eigenbrod’un en başından beri haklı olduğunu kabul etmesi için yeterliydi. Büyük olasılıkla, Tacitus’un yazılarında söz ettiği yerler burasıydı.
Blöskopf kazısının birkaç haftası geçmişti ki, Auth ve ekibi Roma tarihindeki bir başka metni doğrulayan bir keşif yaptı. Bir çukurda, yaklaşık 1.8 metre derinlikte, tarih öncesi bir canavarın dikenli omurgasına benzeyen bir şey buldular. Etrafındaki kırmızımsı toprağı temizlediklerinde, bir zamanlar karakolu çevreleyen hendeğin dibine gömülmüş, düzensiz açılarla dışarıya doğru çıkıntı yapan bir dizi sivriltilmiş ahşap kazığı ortaya çıkardılar. Saldırmak isteyen düşmanları engellemek amacıyla tasarlanmış bu düzenek, Blöskopf kalesinin inşasından bir yüzyıl önce, Julius Caesar’ın Galya Savaşı’yla ilgili yazılarında tarif ettiği savunma sistemine benziyordu.
Julius Caesar bu savunmayı şöyle anlatmıştı: “İçine giren herkes, çok sivri kazıklara saplanma tehlikesiyle karşı karşıyadır”. Julius Caesar’ın askerleri bu kazıklara “cippi” adını veriyordu. Auth ve meslektaşları ise buldukları bu türü “pila fossata” yani hendek kazıkları olarak adlandırdı. Bu tür tehlikeli düzeneklerin Roma dünyasındaki kampları çevrelediğine inanılır, ancak bu keşif dışında, şimdiye kadar hiçbir yerde orijinal halinde bulunmamışlardı.
Kazıkların keşfi kadar heyecan verici olan şey, onların mucizevi biçimde korunmuş olmasıydı. İki bin yıl boyunca yoğun, oksijeni düşük ve suya doygun toprak sayesinde kazıklar çürümemiş, yapısal olarak sağlam kalabilmişti. Pila fossata adı verilen bu kazıklar 2019 yılında çıkarıldı ve Auth’a göre bunlar tam zamanında bulundu. Toprağın giderek kuruması, ahşabın çürümeye başlamasına ve sonunda Roma’nın yaratıcılığının ve acımasızlığının bu paha biçilmez kanıtının yok olmasına neden olacaktı. Eğer imparatorluk madencilik çabasını terk etmemiş olsaydı, bu ölümcül kazıkların kampı süresiz olarak korumaya devam edebileceğini hayal etmek mümkün.
Tacitus’un anlatımının muhtemelen doğrulanması şu soruyu gündeme getirdi: Rufus’un adamları ne kadar gümüşü gözden kaçırmıştı? Auth’un Blöskopf incelemesi, Romalıların Hispania’nın en zengin madenleriyle boy ölçüşebilecek gümüş cevheri kaynağına, yani kuzey Bad Ems’ten Ren Nehri’ne kadar uzanan 16 kilometrelik Emser Gangzug ya da Ems damarına, neredeyse ulaştığını ortaya koydu. Modern dönemde, Bad Ems’teki madencilik operasyonları İkinci Dünya Savaşı’nın son haftalarında tamamen durdurulana kadar, 200 metrik tondan fazla gümüş çıkarıldığı tahmin ediliyor.
Auth, “Eğer gümüşün varlığını bilseler ve doğru noktayı bulsalardı, Romalıların Bad Ems gümüşünü, Ren’in bu yakasındaki topraklarını tamamen terk edene kadar yaklaşık 200 yıl boyunca işletme fırsatları olurdu” diyor.
Roma kuvvetleri Germania Superior üzerinde sağlam bir denetim kurmuştu, ancak Blöskopf’un kendisinde böyle bir hâkimiyetleri yoktu. Yaklaşık 260 yılında, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden iki yüzyıl önce Ren Nehri’nin batısına doğru geri çekildiler. Böylesi bir gümüş zenginliğinin Roma’nın nüfuzunu veya ömrünü uzatabileceğini, hatta yokluğunun ise çöküşünü hızlandırmış olabileceğini hayal etmek cazip—böylesi karşıt-gerçekler, ne kadar spekülatif olursa olsun, tarihçiler için bitmeyen bir oyun.
Auth, “Eğer lejyonerler, sandaletlerinin altındaki toprağın derinliklerinde yatan gümüşü çıkarmayı başarsalardı, bu Roma İmparatorluğu’nu yüzyıllar boyunca finanse etmeye yetmezdi, ama kesinlikle bir fark yaratırdı. Gümüş içeren cevher, muhtemelen o dönemin Roma teknolojisi için fazla derindeydi. Roma yönetimi, kolayca işleyemeyecekleri bir kaynak bulamadıklarında bir bölgede kalmak için neden görmezdi” diyor. Scholz ise Roma düşüncesini şöyle özetliyor: “Eğer etkili bir şekilde başarılı olamıyorsak, o zaman bırakırız ve başka bir yere gideriz.”
Jürgen Eigenbrod, 2023 yılında, basında çıkan ve gözden kaçmış bir gümüş madeninin ironisini anlatan heyecan dolu haberlerden sadece birkaç gün sonra, kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti. Ancak ölümünden önce, yalnızca kısa bir süreliğine de olsa, arkeoloji ve tarihe yaptığı katkıların verdiği gurur ve övgüyü yaşadı.
National Geographic. 21 Temmuz 2025.
You must be logged in to post a comment Login