Alfabeyi Kim İcat Etti?

Elde edilen yeni bilgiler, tarihi anlamda bir paradoksa işaret ediyor: Yazı sistemimiz, okumayı bilmeyen insanlar tarafından icat edilmişti.

Hiyeroglifler, Serabit el-Khadim adlı bölgede yer alan ve Tanrıça Hathor’a adanan tapınağın duvarlarında sıralanıyor. C: Lydia Wilson

Musa, Sina Yarımadası’nın “büyük ve korkunç doğası”nda dolaşmadan yüzlerce yıl önce, Afrika ile Asya arasına sıkışmış bu çöl üçgeni, kayaların arasına gizlenmiş maden yatakları nedeniyle vurguncuların dikkatini çekti.

4.000 yıl önce, sıradan keşif gezilerinin birinde, gizemli bir insan ya da bir grup; geçmişe bakıldığında tam anlamıyla devrimci denebilecek cüretkar bir adım attı. Bir madenin duvarına atılan bir çizik, her gün kullandığımız bir şeye dair ilk girişim oldu: alfabe.

Keşfinden 116 yıl sonra bile incelenmeye ve yeniden yorumlanmaya devam eden kanıt; Mısır’da, Serabit el-Khadim adlı rüzgarlı bir platoda, Sina Yarımadası standartlarına göre bile ıssız bir alanda yer alıyor.

(Alfabemizin En Eski Versiyonu Keşfedildi)

Yine de, alanın tepesindeki tapınaktan da anlaşıldığı üzere, antik Mısırlıların oraya ulaşması çok da zor olmamıştı. Smithsonian adlı dergiden Lydia Wilson; 2019’da yaptığı ziyarette, zirveye çıkıp ıssız ve güzel manzaraya baktı ve aslında o an, alfabeyi icat edenlerin her gün baktığı manzaraya baktığını fark etti.

Tapınak, bir kaya üzerine inşa edilmiş ve turkuaz (ve daha bir sürü şeyin) tanrıçası Hathor’a ithaf edilmişti; hiyerogliflerle işlenmiş steller, arkeolojik kanıtların bir zamanlar burada büyük bir tapınak kompleksi olduğunu belirttiği mabede giden yollara dizilmişti.

Tapınağın yaklaşık bir kilometre kadar güneybatısında, bu alanın çektiği tüm antik ilginin kaynağı bulunuyor: Kayaya gömülen turkuaz yumruları; yeniden doğuşu sembolize eden bir taş, Mısır kültürüne ait can alıcı bir motif ve gösterişli mezarlarının duvarlarını süsleyen renk.

Mısır soyluları, anakaradan buraya turkuaz bulma amacıyla keşif gezileri düzenliyordu; turkuaz bulmaya dair projeler MÖ 2.800’lerde başlamış ve bin yıldan fazla sürmüştü. Keşif gezilerinde, eve götürülecek zengin bir vurgun elde etme amacıyla Hathor’a adaklar sunuluyordu.

Mısırbilimci Orly Goldwasser, Serabit’te keşfedilen sfenksi “alfabenin Rosetta Taşı” olarak adlandırıyor. C: British Museum

Evli bir Mısırbilimci çift olan Sir William ve Hilda Flinders Petrie, 1905 yılında tapınağı ilk kez kazdılar ve adak olarak sunulmuş binlerce şeyi belgelediler. Çift, aynı zamanda, madenin yan tarafında ilginç işaretler keşfetti ve bu işaretlerin başka yerlerde de -örneğin duvarlarda ve küçük heykellerde de- olduğunu fark etmeye başladı. Bazı işaretlerin hiyerogliflerle bağlantılı olduğu açıkça anlaşılıyordu fakat bunlar, tapınak duvarlarındaki zarif resimli Mısır yazısından çok daha basitti.

Petrie çifti, işaretleri bir alfabe olarak kabul etti; harflerin deşifre edilmesi on yıl kadar zaman alacak, böyle bir icadın kaynağının izinin sürülmesi ise çok daha uzun sürecekti.

Petrie çifti, günışığına çıkardıkları eserlerin çoğunu yanlarına alıp Londra’ya götürdüler; bunlar arasında, kırmızı kum taşından yapılmış ve yan kısımlarında madende gördüklerine benzeyen bir miktar harf bulunan küçük bir sfenks de vardı. Yazıtlar üzerinde on yıldan fazla çalışan Mısırbilimci Sör Alan Gardiner; 1916 yılında, yazılara dair çevirisini ve yorumunu yayımladı: Küçük sfenks üzerindeki yazıt; Sami lehçesiyle yazılmıştı, “Ba’alat’ın Sevgilisi” olarak okunuyordu, güçlü Kenan tanrısı Ba’al’ın eşi olan Kenan tanrıçasına ithaf edilmişti.

Mısırbilimci Orly Goldwasser; 2018 sonlarında British Museum’da bu küçük sfenksi izlerken, Lydia Wilson’a, “Benim için bu, Mısır’daki tüm altınlara bedel.” demişti.

Goldwasser, o sıralarda, BBC’nin hazırlayacağı bir belgesel için ropörtaj vermeye Londra’ya gelmişti. Goldwasser ve Wilson’ı kilitli kapılarla ve demir merdivenlerle halka açık galerilerdeki kalabalıktan uzak tutulan, kitaplıklarla kaplı, yüksek tavanlı Mısır ve Sudan çalışma odalarına götüren küratör; orada sfenksi sepetin içinden çıkardı ve masaya yerleştirdi.

“Okuduğumuz ve yazdığımız her kelime, o ve arkadaşları sayesinde doğdu.” diyen Goldwasser, Sina Yarımadası’ndaki madencilerin hiyeroglifleri harflere nasıl dönüştürmüş olabileceklerini anlatmaya başladı: “Gördüğün resme bir isim ver, verdiğin ismin sadece ilk sesini al ve resmi aklından tamamen çıkar.” Böylelikle, örneğin bir öküzün hiyeroglifi olan aleph, “a” harfinin şekillenmesini sağladı; aynı şekilde, alfabeyi icat edenler, “b” harfini de evin hiyeroglifi olan “bêt”ten türetmişlerdi. Bu ilk iki işaret, yazı sisteminin ismini şekillendirdi: alfabe.

Bazı harfler hiyerogliflerden alınmıştı, diğerlerinde ise günlük hayattan esinlenilmişti; bu süreç, konuştukları dildeki her ses yazılı şekilde temsil edilebilene kadar devam etti.

Antik Mısır’ın turkuaz başkenti Serabit el-Khadim’deki platonun panoramik manzarası. C: Lydia Wilson

Tapınak kompleksi, Sina Yarımadası’ndaki Mısır turkuazı kazılarında çalışan insanlara dair kanıtları içeriyor. Tapınak yollarında sıralanmış steller, her bir keşif gezisine dair kayıtlara sahip ki bu kayıtlara alanda çalışmış insanların isimleri ve meslekleri de dahil. Mısır toplumunun bürokratik doğası, 4.000 yıl önce iş aramak için Mısır’a akın eden göçmen iş gücünün net bir resmini günümüze taşıyor.

Tıpkı Goldwasser’ın söylediği gibi Mısır, “eski dünyanın Amerika’sıydı.” Bu resmin yansıması Yaratılış Kitabı’nda “Kenan ülkesinde yaşayan” Yakup’un zengin olma hayaliyle Mısır’a seyahat edişinde görülebilir. Yakup gibi çobanlarla birlikte diğer Kenanlılar da en sonunda firavunsal gücün tahtı olan Memfis’in kara yolu ile yaklaşık 337 kilometre güneydoğusundaki Serabit’te Mısır soyluları için madencilik yapmaya başladılar.

Dini ritüeller, yabancı işçilerin yazmayı öğrenmesi konusunda esin kaynağı olmuştu. O günün işi tamamlandığında Kenanlı işçiler, Mısırlı meslektaşlarının Hathor’a ithaf edilmiş güzel tapınak kompleksinde yaptıkları ritüelleri izlerler ve Tanrıça’ya armağanlar vermek için kullanılan binlerce hiyeroglife bakarak hayret ederlerdi.

Goldwasser’a göre, çevrelerindeki hiyeroglifleri okuyamamak onları yıldırmadı; aksine, kendi dinsel yakarışlarını takdim etmek için daha basit ve çok yönlü bir sistem icat ederek bir şeyleri kendi yöntemleriyle yazmaya başladılar.

Alfabe, icadından altı yüzyıl ya da daha uzun bir süre sonrasına kadar Akdeniz’in kültürel çevresinde kaldı; bürokraside veya edebiyatta kullanılmadı ve yalnızca Orta Doğu boyunca bulunan -hançer ve çanak çömlek gibi- nesnelerin üzerine kazınmış sözcüklerde görüldü.

Fakat daha sonra, MÖ 1.200 civarında, Geç Bronz Çağı Çöküşü olarak bilinen devasa politik kargaşalar yaşanmaya başladı. Yakın Doğu’nun büyük imparatorluklarının -Yunanistan’da Miken İmparatorluğu, Türkiye’de Hitit İmparatorluğu ve Antik Mısır İmparatorluğu- hepsi, iç sivil mücadelelerin, istilanın ve kuraklığın ortasında dağıldı. Daha küçük şehir devletlerinin ortaya çıkışı ile yerel liderler yönetimde yerel dilleri kullanmaya başladılar. Kenan ülkesindeki diller, Sina Yarımadası’ndaki madenlerdekilerden türetilen alfabelerin kullanıldığı Sami lehçeleriydi.

Bu Kenanlı şehir devletleri zenginleştiler ve canlı deniz ticareti, taşıdığı mallarla birlikte onların alfabelerini de çevreye yaydı. Alfabenin varyasyonları -ki günümüzde Kenan bölgesi için kullanılan Yunanca bir kelimeden dolayı Fenikece olarak biliniyor- Türkiye’den İspanya’ya her yerde ulaştı ve Yunanlar ile Romalılar tarafından kullanılan ve aktarılan harflerin formunda günümüze dek hayatta kalmayı başardı.

Sina Yarımadası’ndaki madenlere ilk çizilmiş harflerin keşfinden bu yana geçen yüzyılda hüküm süren akademik görüş birliği, alfabeyi yaratan insanların oldukça iyi bir eğitim seviyesine sahip olması gerektiğini ileri sürüyor. Fakat Goldwasser’ın araştırması, bu düşünceyi altüst ediyor.

Goldwasser, bu dönüm noktasına ayak basanların hiyerogliflerden anlamayan ve Mısır dilini konuşamayan fakat etraflarında gördükleri resimli yazılardan ilham alan bir grup okuma yazma bilmeyen Kenanlı madenci olduğunu iddia ediyor. Bu açıdan bakıldığında, uygarlığın en engin ve en devrimci entelektüel icatlarından birini eğitimli bir soylu değil, genellikle tarih sayfasında yer almayan okuma yazma bilmeyen işçiler yapmış oluyor.

Fransız Mısırbilim Derneği’nin Eski Başkanı Pierre Tallet, Goldwasser’ın iddiasını destekliyor: “Teori tabii ki akla yatkın çünkü Sina Yarımadası’ndaki bu yazıtları yazan kim ise hiyeroglifler hakkında pek bir şey bilmediği oldukça açık. Ayrıca yazdıkları kelimeler Sami dilinde, dolayısıyla yazanlar Kenanlı olmalılar ki bu kişilerin orada olduklarını Mısırlıların tapınakta tuttukları kendi kayıtlarından da anlıyoruz.”

Bu teoriye şüpheyle yaklaşanlar da var. George Washington Üniversitesi’nden İbrani akademisyon Christopher Rollston, gizemli yazarların büyük ihtimalle hiyeroglifleri  bildiklerini düşünüyor. “Okuma yazma bilmeyen madencilerin alfabeyi icat edebilmeleri ya da böylesine bir icadın sorumlusu olmaları, fazlasıyla uzak bir olasılık.” diyor. Fakat bu itiraz, Goldwasser’ın teorisinden daha inandırıcı değil; eğer alfabeyi icat edenler Mısırlı yazarlarsa, bu alfabe neden 600 yıl kadar bir süre içinde literatürlerinden yok oldu?

Ayrıca Goldwasser’ın belirttiği gibi, piktogramlar (resimli yazılar) ile yazılı metinler arasındaki yakın ilişki -okuryazarlık oranının oldukça yüksek olduğu çağımızda bile- emoji formunda açıkça fark edilebiliyor. Goldwasser; e-postalarında ve cep telefonundaki mesajlarda emojileri bol miktarda kullanıyor ve emojilerin antik Mısırlıların anlayabileceği türden bir sosyal ihtiyacı karşıladığını düşünüyor. “Emojiler, modern topluma önemli bir katkı sağladı: Resimlerin kaybını hissediyoruz, onları özlüyoruz ve emojiler ile, antik Mısır’ın küçük oyunlarını hayatımıza dahil ediyoruz.”


Smithsonian Magazine. Ocak 2021.

Kocatepe Üniversitesi'nde Hukuk okuyor. Dil, tarih ve arkeoloji alanlarında kendini geliştiriyor.

You must be logged in to post a comment Login