Roma’yı Gerçekte Kim ya da Kimler Kurdu?

Roma’nın kökenleri asırlardır tartışma konusu olsa da, tek bir hikâye diğer hepsinin önüne geçmeyi başarıyor: Romulus ve Remus.

Louvre Müzesi’ndeki Tiber Nehri alegorisi üzerindeki Romulus ve Remus detayları. Yaklaşık MS 1. yüzyıla ait olan ve ikizler Romulus ve Remus’un terk edildiği Tiber Nehri’nin alegorisi olan bu heykel, 1512’de Roma’daki Mars Alanı’nda keşfedildi. C: Wikimedia Commons

Kaderlerinde “Ebedi Şehir”i kurmak olan ve dişi bir kurt tarafından büyütülen ikiz kardeşler Romulus ve Remus’un efsanesi. Peki bu hikâye nasıl ortaya çıktı ve ardında herhangi bir gerçeklik payı var mı?

Bir şehrin, tek ve kesin bir kuruluş olayına sahip olması pek rastlanan bir durum değil. Bu tür durumlar nadiren görülür ve çoğunlukla bir fatihin, kendi adını taşıyan bir şehir kurmaya karar vermesiyle gerçekleşir. MÖ 4. yüzyılda 20’den fazla şehir kuran Büyük İskender için durum tam olarak böyleydi. Öte yandan, tıpkı Atina gibi Roma da büyük olasılıkla synoecism‘in (yani savunma ve ticaret gibi ihtiyaçların etkisiyle komşu köylerin bir araya gelerek nihayetinde bir monarşi altında tek bir topluluk oluşturmasının) bir sonucu gibi görünüyor. Ancak, Roma’nın kuruluşuyla ilgili efsaneler, bu ihtimalden çok daha ilgi çekici.

Bu konudaki en bilgece sözler, Romalı tarihçi Livius’un anıtsal eseri Ab Urbe Condita‘nın (Şehrin Kuruluşundan İtibaren) girişinde yer alıyor: “Roma’nın kuruluşundan önceki zamana ya da kuruluşun kendisine dair efsaneleri ne onaylamayı ne de reddetmeyi düşünüyorum. Zira bunlar, tarihsel olayların güvenilir kanıtlarından ziyade, şiirsel masallardır. Atalarımıza, şehirlerinin kökenlerini insan eylemleri ile tanrısal olanı harmanlayarak yüceltme hakkını seve seve tanıyoruz. Ve eğer bir halkın kökenlerini kutsal kılma ve onları ilahi olana bağlama hakkı varsa, bu kesinlikle Romalılardır.”

(İlgili: Roma’yı Cumhuriyetten İmparatorluğa Çeviren İhanetti)

Roma’nın doğuşunu çevreleyen mitlerin zenginliği hakkında ilk şüpheyi dile getirenler, aslında bu hikâyeleri bize aktaran Yunan ve Romalı tarihçilerin ta kendileriydi. Bu bilginler, herhangi bir yazarın, Roma’nın asırlar boyunca elde ettiği gücü haklı çıkarmak ve yüceltmek için ortaya çıkmış olan sayısız sözlü efsaneden rahatlıkla yararlanabileceği bir dönemde yaşıyorlardı.

Şehrin kuruluş tarihini araştırırken, tam da bu efsanevi anlatılardan başlamamız gerekir. Elimizdeki farklı hikâyeleri karşılaştırarak, daha önce ailelerine adalet getirme arayışında birleşmiş olan iki kardeş, Romulus ve Remus arasındaki bir tür iç savaşa işaret eden hikâyenin ardındaki gerçek payını ortaya çıkarabiliriz.

Efsanenin en eski izleri

Üç asır önceki olaylara atıfta bulunmasına rağmen, Romulus ve Remus hikâyesi MÖ beşinci yüzyıl civarında, o zamana kadar sadece Tiber Nehri üzerindeki sıradan bir kasaba olan Roma’nın sıra dışı yükselişinden açıkça etkilenmiş olan Yunan çevrelerinde yayılmaya başladı. O dönemde, kurucunun Rhomos adında biri olduğu ve Romalılar tarafından Romulus olarak bilindiği söylentisi dolaşıyordu. Sonraki yüzyılda, bu iki figür bir arada var olmuş gibi görünüyor ve zamanla Romulus, Rhomos’un büyükbabası olarak tasvir edilmeye başlandı. Yüz yıl sonra ise dönüşüm tamamlandı: Rhomos, Romulus’un ikiz kardeşi Remus’un ortaya çıkışıyla efsaneden silinmişti. 

MS birinci ve ikinci yüzyıllar arasında yaşamış ve Romulus hakkında bir biyografi yazmış olan Yunan filozof ve tarihçi Plutarkhos’a göre, Rhomos ve soyundan gelenler hakkında tutarlı bir anlatı oluşturan ilk kişi MÖ üçüncü yüzyılda yaşamış olan Peparethuslu Diokles’ti. Kısa süre sonra onu, Annales adlı eseri yalnızca parçalar halinde günümüze ulaşan çağdaş yazar Quintus Fabius Pictor izledi.

İkizlerin varlığı ve çalkantılı hikâyelerine gelince, günümüze ulaşan en eski kanıt, iki bebeği emziren dişi bir kurdu tasvir eden bir heykel grubu. Bu heykeller, Samnit Savaşları sırasında, iki kardeşin (Quintus ve Gnaeus Ogulnius Gallus), aedile (yargıç) olarak atanmasını anmak için MÖ 296’da yaptırılmıştı.

Kısacası, Romulus ve Remus figürlerinin yaratılması bir Yunan kültürel bağlamında gerçekleşmişti. Bu nedenle, Olimpos tanrılarına ve Klasik öncesi döneme ait efsanevi bir olaya —Troya Savaşı’na— yapılan atıflar mitlerinin kaçınılmaz bir parçasıydı. 

Augustus döneminde, bu destansı hikâyeyi yeniden yapılandırmaya çalışan birçok yazar vardı. Bu isimler arasında, Antiquitates adlı eseri günümüzde tamamen kaybolmuş olan  Marcus Terentius Varro’dan, ilk dokuz kitabı günümüze ulaşabilen Roman Antiquities‘in yazarı Halikarnaslı Dionysius’a, ve son olarak Livius bulunuyordu. Livius’un Latince “Şehrin Kuruluşundan İtibaren” anlamına gelen Ab Urbe Condita adlı eseri, orijinalinde 142 ciltten oluşuyordu; ancak bunların 35’i bütün olarak günümüze ulaşabildi.

Birinci yüzyılın başında yaşamış olan Romalı tarihçinin bu eserinin ilk 10 cildi, Roma’nın kuruluş mitine dair tutarlı bir anlatı sunar. Varro ise genellikle urbs’ün (yani şehrin) kuruluşuna dair resmi bir tarih öneren kişi olarak anılır: Cumhuriyet’in MÖ 509’daki kuruluşundan önce Roma’nın yedi kralının her birine 35 yıllık bir hükümdarlık atanarak hesaplanan, Romulus ve Remus arasındaki nihai yüzleşmeye denk gelen MÖ 21 Nisan 753. Diğer yazarlar farklı hesaplamalar önerse de, Varro’nun kronolojisi kabul gördü.

Çoban Faustulus, Romulus ve Remus’u eşine getirirken tasvir ediliyor. Nicolas Mignard’a ait 1654 tarihli eser, Dallas Sanat Müzesi’nde sergileniyor. C: Wikimedia Commons

Troyalı atalar

Her şey, omuzlarında yaşlı babası Ankhises ve yanında oğlu Askanius (ya da Iulus) ile yanan şehirden kaçan Troyalı kahraman Aeneas ile başladı. Aeneas’ın kaçışı, Romulus ve Remus efsanesinden dört asırdan daha uzun bir süre öncesine, MÖ 1184 yılına dayanıyor; ancak efsanelerde zaman ya hızla akar ya da hiç akmaz.

İmparator Augustus, ünlü şair Virgilius’u gens Julii’nin (Julius ailesinin) kökenlerini ve Augustus reformlarını yücelten bir eser yazmakla görevlendirdiğinde, şair, Troyalı kahramanın yolculuğunu, Odysseus’unkine çarpıcı biçimde benzer şekilde kaleme aldı. Anlatıya göre, yolculuğunun sonunda İtalya kıyılarına ulaşan Aeneas, Latium bölgesine karşılık gelen bu bölgede yerli halkla savaştı. Nihayetinde, Kral Latinus’un kızı Lavinia ile evlenerek ve Lavinium adında yeni bir yerleşim yeri kurarak onlarla barış yaptı. Efsane, Askanius’un (ya da Iulus’un) kahramanlıklarıyla devam ediyor. Bunların aynı kişi mi yoksa Aeneas’ın Troya’daki Kreusa’dan ve Latium’daki Lavinia’dan doğan iki oğlu mu olduğu hala net değil. Askanius’un, 30 yıl sonra kendi şehrini, bugünkü Castel Gandolfo yakınlarında bulunan Alba Longa’yı kurduğu söyleniyor. Ancak tarihçiler ve arkeologlar bu şehrin kesin yerini tam olarak hiçbir zaman belirleyemediler. 

Her halükarda, Aeneas’ın oğlu, nesiller boyu sürecek uzun soluklu bir hanedan kurdu. Yüzyıllar sonra,  Askanius’un on birinci veya on ikinci soyundan gelen Proca, krallığın yönetimini iki oğlunun paylaşması için ilginç ama aldatıcı bir sistem tasarladı. Krallığını ilk oğlu Numitor’a miras bırakırken, kraliyet hazinesini ikinci oğlu Amulius’a devretti. Ne var ki, parasız bir krallık değersizken, para bir krallık satın alabilir. Bu durum, kaçınılmaz olarak Proca’nın umutsuzca kaçınmaya çalıştığı bir iç savaşa yol açtı. Amulius tahtı ele geçirmeyi başardı ve kardeşini ikincil bir konuma düşürdü. Gelecekteki olası hanedan tehditlerine karşı önlem olarak da yeğeni Aegestus’u öldürmeye karar verdi ve diğer yeğeni Rhea Silvia’yı da Vesta rahibesi olmaya zorlayarak onu ebedi bekâret cezasına çarptırdı.

Mars’ın soyundan gelenler

Vesta bakireleri, Roma’nın ev ve aile tanrıçası Vesta’nın kutsal ocağına bakmakla yükümlüydüler ve bu görevleri otuz yıl sürerdi. Livius’a göre, Amulius’un planları beklediği gibi sonuçlanmadı. Rhea Silvia, hikâyenin bazı verisyonlarına göre tecavüze uğradığını, bazılarına göre ise doğrudan savaş tanrısı Mars tarafından hamile bırakıldığını iddia ederek ikiz erkek çocuk doğurdu. Livius bu durumu, “Ne tanrılar ne de insanlar, onu ve çocuklarını kralın zulmünden koruyabildi,” sözleriyle aktarır. 

Amulius, bekâret yeminini bozmak gibi ağır bir suç işleyen yeğenini öfkeyle öldürmeyi planlıyordu. Aslında bu ceza, Cumhuriyet dönemi Roma’sında yerleşmiş bir uygulamaydı, fakat Amulius ve Numitor döneminde kesinlikle böyle bir uygulama yoktu. Efsaneye göre, kral nihayetinde kızının yalvarışlarına boyun eğdi ve Rhea Silvia’yı hapse atmakla yetindi. Ardından yeni doğan ikizlerin boğulmasını emretti. Ancak bu görevi üstlenen adamları, bebekleri bir sepete koyup Tiber Nehri’nin taşması sonucu oluşan durgun sulara bıraktılar. Bu sahne, ilahi koruma ve kaderi simgeleyen antik geleneklerde sıkça rastlanan bir motif. Örneğin, ikizlerden önce Musa ve Akadlı Sargon da benzer şekilde kurtarılmıştı.

İkizlerin konulduğu sepet, en sonunda efsanevi Ficus Ruminalis‘in yakınında karaya vurdu. Bazı yazarlar bu incir ağacının adını, altında toplanan geviş getiren hayvanlardan aldığını söylerken, kimileri ise adının, ikizlerin adlarına da ilham vermiş olabilecek, meme anlamına gelen Latince ruma kelimesinden türediğini iddia ediyor. Palatino Tepesi’nin eteğinde bulunan ağaç, bebekleri emzirmek için yanlarına yaklaşan dişi bir kurdun hikâyesine sahne oldu. Daha sonra kurdun onları, ilahi babaları Mars’a adanmış bir ağaçkakanın da göz kulak olduğu Lupercal olarak bilinen bir mağaraya taşıdığı söylenir.

Bu sahneye tanık olan yerel çobanlar, olayı ilahi bir alamet olarak yorumladılar. Aralarında Amulius’un hizmetindeki bir domuz çobanı olan Faustulus da vardı. Faustulus ikizleri alıp karısı Acca Larentia’ya emanet etmeye karar verdi. Livius, bu versiyonu anlatırken, dişi kurt hikâyesinin, kadının gerçek rolünü (bir fahişe olduğunu) gizleyen bir metafor olabileceğini ima eder. Zira Roma’da, lupanar‘larda (genelevler) çalışan seks işçileri lupae (dişi kurtlar) olarak biliniyordu.

Halikarnaslı Dionysius tarafından aktarılan başka bir versiyon ise, ikizlerin Numitor’un bizzat kendisi tarafından Faustulus’a teslim edildiğini öne sürüyor. Bu anlatıya göre Numitor, Rhea Silvia’nın oğullarının yerine başka bebekler koyarak Amulius’u onların öldürülmesi emrini vermesi konusunda aldatmıştı.

Her şeye rağmen, Romulus ve Remus güçlü ve cesur gençler olarak büyüdüler. Dönemin Latium topluluklarındaki yaşamın ortak bir özelliği olan komşu köylere yaptıkları baskınlarla tanınıyorlardı. Amulius ve Numitor’a sadık çobanlar arasında toprak ve hayvan hırsızlığı yüzünden çıkan çatışmaların ön saflarında yer alıyorlardı. Nihayetinde Remus, Numitor’un adamları tarafından pusuya düşürülerek yakalandı. Çobanların tutsağı yargılanması için Amulius’a getirmeleri gerekirken, kral onu cezalandırması için Numitor’a iade etti. Bunun yerine Numitor, genç adamın kökenlerini araştırma fırsatını değerlendirdi. Plutarkhos’a göre Remus, kendi hikâyesi hakkında bildiği az şeyi şu sözlerle paylaşmıştı: “Sizden hiçbir şeyi gizlemeyeceğim, çünkü öyle geliyor ki gerçek bir kralın davranması gerektiği gibi davranıyorsunuz; Amulius’tan bile daha çok. Siz cezalandırmadan önce dinliyor ve soruşturuyorsunuz, oysa o, sanığı sorgulamadan cellada teslim ediyor.” 

Tarihçi Livius’a göre, Kral Romulus, Roma’daki çocuk doğurabilecek kadın sayısını artırma girişimiyle komşu Sabin kabilesinin kadınlarını kaçırmıştı. Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenen Jacques-Louis David’in 1799 tarihli bu tablosu ise, daha sonraki bir olayı betimliyor: Artık Romalı eşleriyle barışmış olan Sabin kadınları, Romalılar ve Sabinler arasındaki çatışmayı durdurmak için araya giriyor. Sol tarafta, kollarını açmış vaziyetteki kişi, Romulus’un Sabin asıllı eşi Hersilia. Bu jest karşısında şaşıran Romulus, tam da mızrağını fırlatmak üzereyken tereddüt ediyor. C: Wikimedia Commons

Roma’nın geri kazanılması

Numitor, genç adamın kimliğinden henüz emin değildi; ancak onda, krallığını geri kazanmasına yardım edebilecek azimli bir ruh fark etti. Bu sırada Romulus, kardeşini kurtarmak için çobanlar, sürü sahipleri, köleleştirilmiş insanlar ve kaçaklardan oluşan bir grup toplamış ve Numitor’a ulaşmıştı. Remus’un hikâyesini doğrulamasıyla, Numitor nihayet tüm parçaları birleştirdi. Devrik kralın karşısında kendi torunları vardı. Torunları da artık kendisi adına en büyük saldırıyı yapmaya, yani Amulius’un kalesine saldırmaya kararlıydı. Oysa Amulius, gerçeği Faustulus’tan çoktan öğrenmiş ve ikizlerle Numitor’u tutuklatmak için boşuna çabalamıştı. Pes etmeyen ikizler, küçük ordularını savaşa soktular. Koordineli manevraları başarılı oldu. Bu sayede kraliyet sarayını ele geçirdiler, tahtı gasp eden Amulius’u öldürdüler, büyükbabalarını yeniden tahta geçirdiler ve hala esir olan annelerini kurtardılar. 

Efsanenin bir versiyonu Numitor’u ikizlerin doğumdan itibaren kurtarıcısı olarak tasvir ederken, bir diğeri tahttan indirilmiş kralın, torunları tarafından yönetilen isyanı organize etmek için çobanlar arasındaki çatışmayı kasten kışkırttığını öne sürüyor. Böylece bir gelenek Numitor’u pasif bir danışman olarak gösterirken, bir diğeri onu intikamını gölgelerden kurgulayan kurnaz bir stratejist olarak sunuyor.

Bununla birlikte, iki gencin dedelerinin tahtını miras almak için onun ölümünü beklemeye hiç niyeti yoktu. Üstelik Alba Longa sakinleri, kardeşlerin Amulius’u devirmek için topladığı bu asi kalabalıktan pek de memnun değildi. Aynı zamanda Romulus ve Remus kahraman olarak ün kazanmışlardı ve birçok kişi, zengin ganimet, mevcut kulübelerinden daha iyi evler ve çiftçilik ya da sürülerine otlatmak için verimli topraklar umuduyla onların peşinden gitmeye hevesliydi. Numitor’un kendisinin deus ex machina (olayları beklenmedik şekilde çözen tanrısal güç) olarak hareket ettiği efsanenin yorumunda, bir koloni kurduğu ve torunlarını, Alba Longa’dan ve çevresinden gelen tüm istenmeyen kişilerle birlikte burayı yönetmeleri için gönderdiği söyleniyor. Alternatif olarak, bu girişimin, o dönemin yaygın bir geleneğine göre yapılmış olabileceği düşünülüyor; gençlerden oluşan gruplar bahar aylarında yeni yerleşim yerleri kurmak üzere gönderiliyordu.

Tek bir kral

Sorunlar tam da bu noktada başladı. Latium’da, Sparta’daki gibi bir ikili krallık sistemi yoktu, bu yüzden yalnızca tek bir kral olabilirdi. Livius, kimin taç giyeceğine karar vermede, “İkiz oldukları için, yaş faktörü belirleyici bir rol oynayamazdı,” diye açıklıyor. Çözüm, Tanrılara danışmak olmalıydı. Bu canlı ve renkli sahne, aslında eşit hak iddia eden iki taht adayı arasında kaçınılmaz olarak patlak veren bir iç savaşı maskeliyordu. Geleneklere göre karar, ilahi iradeyi anlama yollarının en yaygınlarından biri olan ve kuş gözlemine dayalı alamet yorumu anlamına gelen augurium’a bırakıldı.

Başka bir anlatıya göre ise, anlaşmazlıklarını çözmeleri için kendilerine başvuran kardeşlerin kehanetine bizzat Numitor karar verdi. Her halükarda, her biri şehrini kurmak istediği bir tepeyi seçti: Romulus Palatino’yu, Remus ise Aventino’yu. Remus, ilahi alametleri yorumlayan kahine (augur), alamet arayacakları kutsal bir sınırı temsil eden bir hendek kazdırdı. Kuşları, yani altı akbabadan oluşan bir sürüyü ilk gören Remus oldu; ancak o zaferini kutlamaya başlamışken, Romulus on iki akbaba gördü. Bunun üzerine, tanrıların kimi kral olarak atadığına dair yeni bir tartışma başladı: Kuşları önce gören mi, yoksa sayıca daha fazla gören mi?

Bazı antik tarih yazarları, Romulus’un gördüğü akbaba sayısı hakkında yalan söylediğini, ya da en azından Remus’un buna inandığını öne sürer. Halikarnaslı Dionysius, Romulus’un akbabaları ilk kendisinin gördüğünü duyurmak için kardeşini Palatino’ya çağırarak onu kandırmaya çalıştığını anlatır. Remus yoldayken kendisi de altı akbaba görür. Romulus’a gerçekte kaç tane gördüğünü sorduğu anda, on iki kuş belirir ve Romulus da bunların daha önce gördüğü kuşlar olduğunu iddia eder. Bunun üzerine, her ikisinin de destekçileri arasında bir çatışma çıkar ve Remus çıkan arbedede hayatını kaybeder.

Livius’un alıntıladığı ve Dionysius’un da küçük farklılıklarla aktardığı başka bir hikâye versiyonu, Remus’un ölümünü kendi kışkırtmasına bağlar. Remus’un, kardeşinin şehrinin sınırını çizmek için kazdığı hendeği —ya da sadece toprağa sabanla çizilen oluğu— geçmeye cüret ettiği ve Romulus’un da “Sınırlarımı aşmaya cüret eden herkesin sonu böyle olsun!” diyerek onu öldürmekten çekinmediği söylenir.

Ancak başka kaynaklar, Remus’un katilinin Romulus’un ustabaşısı Celer olduğunu belirtir ve onun hemen ardından Etruria’ya kaçmasının hızının (Latince celer‘den türeyen celerityaccelerate gibi kelimelerdeki hız kavramının) bizzat hız kavramının ortaya çıkmasına neden olduğu söylenir. Bu çatışma sırasında —ki Halikarnaslı Dionysius’un daha açıkça belirttiği gibi, muhtemelen bir iç savaştı— arabuluculuk yapmaya çalışan Faustulus da can verir.

Bu noktada Romulus, kardeşini Aventino Tepesi’ne gömdükten sonra, hâlâ kendi adını taşıyan şehrin ilkel çekirdeği olan Palatino’nun tahkimatını tamamlamakta özgürdü. İster hemen yapmış olsun, ister Dionysius’un iddia ettiği gibi Acca Larentia sayesinde ancak kurtulduğu uzun bir yas döneminden sonra yapmış olsun, bunun pek bir önemi yoktur.

Roma’nın diğer kökenleri

Destansı doğası, içerdiği zorluklar ve rekabet zenginliği sayesinde diğer tüm anlatıları gölgede bırakan Romulus ve Remus hikâyesi, “Ebedi Şehir”in kuruluşuyla ilgili açık ara en çok kabul gören efsane. Ancak Plutarkhos ve ondan önce Halikarnaslı Dionysius, kendi dönemlerinde başka kuruluş hikâyelerinin de anlatıldığını ileri sürüyor. 

Bu hikâyelere göre Ebedi Şehir’in adı Romulus’tan değil, topluluğunu Latium kıyısında kalıcı olarak yerleşmeye ikna eden Roma adlı Troyalı bir mülteci kadından geliyordu. Hatta bu kadın, erkeklerin bir daha denize açılmalarını engellemek için gemileri yakmaya bile ikna etmişti. Dionysius’a göre Roma, Latinus ile evlenmiş ve şehre annelerinin onuruna adını veren Romulus ve Remus’u doğurmuştu. Başka bir yoruma göre ise ismin, Ege Denizi’nden gelen ve Latium bölgesini ele geçiren yerli halk Pelasglıların “güç” anlamında kullandıkları rhome kelimesinden türemiş olabilirdi.

Plutarkhos ayrıca, Romulus ve Remus’un aslında Aeneas’ın oğulları ya da torunları olduğunu iddia eden çok sayıda efsaneyi de kaydeder. Başka bir hikâye ise, Roma’daki kadın sayısını artırmak için Romulus ve askerleri tarafından Sabin kadınlarının kaçırılıp tecavüze uğramasını hatırlatır. En tuhaf  hikâye ise, ikizlerin kökenini, sarayındaki ocaktan dev bir fallus hayaletinin çıktığına tanık olduğu söylenen Alba Kralı Tarchetius’un zulmüne dayandırır. Plutarkhos, bu tuhaf yoruma göre, bir bakirenin bu varlıkla birleşmesi durumunda “erdem, talih ve gücüyle ünlü” bir oğul doğuracağını öngören bir kehanet olduğunu aktarır. Kral, kızına hayaletle birlikte olmasını emreder, ancak kızı bu şaibeli onuru nedimesine devreder. Aldatmacayı fark eden Tarchetius, iki kadını da idam etmek üzereyken tanrıça Vesta araya girer. Bunun yerine kadınlar evlerine kapatılarak her gece Vesta tarafından sökülen bir duvar halısını sonsuza dek dokumaya mahkûm edilirler. Hikâye bu noktadan sonra diğerleriyle uyum sağlar: İkizler doğar, kral öldürülmelerini emreder. Ancak bir adam onları Tiber Nehri kıyısında terk eder ve burada bir dişi kurt tarafından beslenerek daha sonra Tarchetius’tan intikam alırlar.

Romulus ve Remus efsanesi yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmüş olsa da, onu destekleyen somut tarihsel ve arkeolojik kanıtlar oldukça az. Bir halkın, bir medeniyetin veya önemli bir figürün başarısı ve uzun ömürlülüğü, kaçınılmaz olarak, kendilerinin egemenlik ve ün haklarını meşrulaştıran, kaderi önceden belirlenmiş bir kökeni şekillendirmek için oluşturulmuş mitler ve efsaneler doğurur. Bu durum, özellikle Assur-Babillilerin Doğu’da hüküm sürdüğü MÖ 753’ten Konstantinopolis’in düştüğü 1453’e kadar, iki bin yıldan fazla bir süre boyunca monarşi, cumhuriyet, principatus, Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu gibi birçok farklı dönemden geçerek ayakta kalan Roma gibi bir siyasi oluşum için bilhassa geçerli.


National Geographic. 17 Ekim 2025.

You must be logged in to post a comment Login