Cumhuriyetin 100. yılına özel bu söyleşide, Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Arkeolojisi’ni Emeritus Prof. Dr. Mehmet Özdoğan ile konuştuk.
Cumhuriyetimizin 100. yılına özel olarak gerçekleştirdiğimiz bu değerli söyleşide, Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Arkeolojisi’ni konuşmak için Türkiye’de arkeoloji alanının önde gelen isimlerinden İstanbul Üniversitesi Tarihöncesi (Prehistorya) Anabilim Dalı’ndan Emeritus Prof. Dr. Mehmet Özdoğan ile bir araya geldik.
Mainz Üniversitesi’nde viral RNA modifikasyonları üzerine doktora yapan ve devletin yurt dışına öğrenime gönderdiği bir resmi bursiyer olan Zeynep Özrendeci, Atatürk’ün arkeoloji alanına katkılarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki çalışmaları daha geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla, Prof. Dr. Özdoğan ile bu özel söyleşiyi gerçekleştirdi.
ZÖ: Bu değerli söyleşiye katıldığınız için size en içten teşekkürlerimi sunarım. Alanınızda gösterdiğiniz üstün uzmanlık ve mesleğinizin milli tarihine olan derin hakimiyetinizle, sizin gibi bir bilim insanıyla sohbet etme fırsatı bulduğum için büyük bir onur duyuyorum.
Mehmet Özdoğan: Merhaba, ben teşekkür ederim, sizinle bu bağlamda bir söyleşiyi yapmak benim için de mutluluk verici.
ZÖ: “Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Türk Arkeolojisi altın çağını yaşamış.” diyorsunuz, burada tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Mehmet Özdoğan: Şimdi tabii ki arkeoloji, Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, çağdaşlaşma yani batılılaşma sürecinin bir parçası olarak gelişmiştir. O yıllarda bu alanda ilgi duyan da, bilgisi olanlar da çok sınırlıydı, Osman Hamdi Bey ve Makridi Bey gibi bazı kişilerden oluşuyordu; ancak gene de günümüze kadar süregelen Türk arkeoloji geleneğinin temelleri bu dönemde oluşmaya başladı. Osman Hamdi Bey, çok ileri görüşlü bir kişiydi ve getirdiği temel ilkeler vardı. Bilimi dünyaya açma, bilim yapanlarla iş birliği yapma ve bilimsel yaklaşımı benimsemeyenlere karşı bir duvar örme ilkelerine sahipti. Yani tamamen ulusal sınırlar içine kapanmak değil, dünyanın her yerinden bilim insanlarıyla iş birliği yapmak istiyordu.
Erken Cumhuriyet dönemin ilk başlarında da arkeolojiye temel olarak Osman Hamdi Bey’in ekibi devam etti, zaten onun yetiştirdiği üç veya dört kişiden başka kimse de yoktu. Bu kişilerle başlangıçta yol almaya çalışıldı. Ancak Atatürk, her alanda olduğu gibi arkeoloji alanında da yetkin bir kadronun yetişmesi gerektiği görüşü ile önce, en hızlı ve gerçekçi çözüm olarak yurtdışından bilim insanlarını davet etti ve onlarla uluslararası iş birliği yaparak Türkiye’de bilimsel araştırma ortamının gelişmesi için gerekli altlığı sağladı ve üniversitelerde ülkemize çağırılan bilim insanları ile ilk arkeoloji kürsüleri kuruldu. Kuşkusuz bu kısa erimli bir çözümdü, bunu yurt dışına eğitim için çok sayıda öğrencinin yollanması izledi. Atatürk’ün kişisel yaklaşımları ve üstün görüşü bu süreci destekledi.
Herkes arkeolojiyi çok eski bir bilim olarak düşünür ancak bu dönemde dünya genelinde arkeoloji yeni yeni gelişiyordu. Batı’da 15. yüzyıldan itibaren farklı alanlarda farklı türden arkeolojiler gelişiyordu. Tek bir disiplin olarak değil, klasik arkeoloji, Tevrat arkeolojisi, ulusal arkeoloji vb. gibi farklı dallarda. Cumhuriyet kurulduğunda Batı’da bu disiplin yeni yeni tanımlandı. Yani dünya genelinde arkeoloji henüz tam anlamıyla şekillenmemişti. Türkiye’de de benzer şekilde tanımlanmamıştı.
Bu dönemin belki de en önemli özelliklerinden biri, Atatürk’ün vizyonuydu. Bu vizyonun temelinde eğitime büyük önem vermesinin yanı sıra ulusal bilinci oluşturmak vardı. Yani arkeoloji, ulusal bilincin bir parçasıydı. Osmanlı’ya baktığınızda ulusal bilinç eksikti, çünkü imparatorluk, toplumu bir arada tutmak için dini bir kimlik öne çıkardı. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren ulus kavram Osmanlı İmparatorluğu’na girmeye başladı, ancak bu ırka dayalı bir kimlikte. Atatürk bu konuda yeni bir şey getirdi ve Türkiye’yi bir toprağa dayalı bir ulus kavramını getirdi. Bu Anadoluculuğu (Anatolizm) getirdi. Yani Anadolu’nun tüm geçmişini sahiplenen ve orada gelişen tüm kültürleri kapsayan farklı bir ulus kavramı ortaya koydu.
Bu nedenle diğer devletlerden farklı olarak, Türkiye geçmişe seçici bir bakış açısına sahip değildi. İstiklal Savaşı’nın hemen ardından İngilizler, Bizans araştırmaları için İstanbul’da izin istediler ve bu izin hemen verildi. Geçmişi senin – benim diye ayırmadan, bir bütün olarak ele almak, “geçmiş uygarlığın ortak mirasıdır” bakış açısıyla seçici olmadan sahiplenmek, o dönemde dünya genelinde yeni bir kavramdı.
Daha sonra, Atatürk Türk arkeologları kazı yapmaya teşvik etti. Bu dönemde Türkiye’de eğitimli arkeologlar yoktu, sadece yakın alanlarda eğitim almış birkaç kişi vardı. Atatürk bu kişileri teşvik etti ve Türkiye’nin ilk büyük kazılarından biri olan ve başkanlığını Hamit Zübeyr Koşay´ın yaptığı Alacahöyük gibi projeler başlatıldı. Devlet, bu projelere destek sağladı ve bürokratik engelleri kaldırdı.
Ayrıca Türk Tarih Kurumu’nun kurulması da önemli bir adımdı. Bu kurum, Türk arkeolojisini daha önce kurulan Türk Ocakları’ndan daha akademik bir düzeye taşıdı. İlk kongreler yapılmaya başlandı. Bu kongrelerin en önemlileri arasında bulunan Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleşen II. Türk Tarih Kongresi gibi kongrelerde Türkiye’nin bilime nasıl baktığını ve dünya topluluğunun Türkiye’deki bilime nasıl baktığını gösteren izlenimler dönemin La Turquie Kemaliste isimli dergisinde aktarılmıştır (Bkz. Fotoğraf 2)
Türkiye’nin bu dönemde bilimi uluslararası görmesi, bilimin dünyaya açılmasını ve bilimsel iş birliği yapılmasını destekleyen tavrı büyük bir fark yarattı. Bu, ekonomik değeri olan her şeyin ulusallaştırılmasının yanı sıra bilimin uluslararası düzeyde paylaşıldığını gösteriyordu. Bu, o dönemin en büyük farklarından biriydi ve Türk arkeolojisinin altın çağını oluşturdu.
ZÖ: Erken Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen veya başlatılan kazı çalışmalarına dair birkaç önemli noktaya değinmiştiniz. Şimdi bu konuya dair daha fazla detay verebilir misiniz?
Mehmet Özdoğan: Bu dönemde birçok kazı çalışması yapılmıştır. Bunların tamamını sıralamam mümkün değil, ancak bazı kritik noktalar vardır. Bu noktalardan biri, kazı izinlerinin verilirken ilgili devletin arkeolojiye ve eski eserlere yaklaşımının dikkate alındığıdır. İlk kazı izni, Cumhuriyet’in ilanından önce Sardes icin verilmiştir. Anadolu’da işgal dönemi vardı ve işgalden sonra Kurtuluş Savaşı sürmekteydi. Kazı izni talep eden batılı devletlerin, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’nin eski eserlerine nasıl davrandığına göre izin verildiği bilinmektedir.
Bu noktada İtalya öne çıkmaktadır. İtalyanlar, Türkiye’ye yardım etmiş ve arka planda Antalya bölgesinden Anadolu’ya hizmet etmişlerdir. Ancak İtalyanlar izin alamayan tek devlet olmuştur. Çünkü İtalya’nın Antalya konsolosluğu, eski eser koleksiyonu ve kaçakçılık yapıyordu. Türkiye´ye yardım etse bile, Türkiye’de kazı yapmasına izin verilmemiştir. Türkiye, kaçırılan eserlerin geri getirilmesi için Lozan Anlaşmasını kullanmıştır. Örneğin Fransızlar, Gelibolu işgali esnasında, askerliğini yapmakta olan arkeolog R. Demangel başkanlığında Karaağaçtepe Höyüğü (Protesilaos) kazı çalışmaları yapmış, savaşın bitimine yakın çıkan eserler Yunanistan´a götürülmüştü. Götürülen eserlerin geri getirilme koşulu Lozan Barış Antlaşmasına konulmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde de yabancı bilim insanlarına çeşitli yerlerde kazı izni verilmiştir. Bu izinler, Türkiye’nin uluslararası bilim dünyasındaki saygınlığını gösterir (Bkz. Harita 1).
Atatürk Ankara’nın başkent olmasıyla birlikte, o yıllara kadar hemen hemen hiç araştırılmamış olan Orta Anadolu platosunda bilimsel kazıların yapılmasına öncelik vermiş ve bölgede çok sayıda kazının yapılmasını sağlamıştır. Bu bağlamda yapılan en önemli çalışmalardan biri kuşkusuz Von den Osten’in başkanlığında başlayan Alişar kazısıdır. Alişar, Anadolu’nun en büyük höyüklerinden biridir. Anadolu’nun iç kesimlerinde yapılan Alişar, Alacahöyük, Boğazköy gibi kazı çalışmaları Orta Anadolu’nun önemini ortaya koymaya başlamıştır. Gene de, günümüzün bakış açısı ile baktığımızda Erken Cumhuriyet döneminde yapılmış olan bilimsel kazıların sayısı kuşkusuz çok sınırlıdır. Zaten o yıllarda daha fazla çalışmayı sürdürecek bilim insanı dünya genelinde de çok azdır.
Erken Cumhuriyet döneminde ülkemizin öğüneceği en önemli çalışmaların başında Ankara’da yapılan kurtarma kazıları gelir. O yıllarda Batı dünyasında halen bayındırlık çalışmaları ile tahrip olacak alanlarda kurtarma kazıları yapılması gibi bir tanım yoktu; bu kavram 1970’lerde dünya gündemine ve Türkiye’de ise 1980’lerden sonra girmeye başlamıştı. Oysa Atatürk, başkent olarak Ankara’nın gelişmesi için imar planı yaptırmış, hızlı bir gereksinme olarak ortaya çıkan kamu yapıları, onları birbirine bağlayan yollar gibi büyük bir çalışma başlatmıştı. Ancak toprağa müdahale edilen yerlerdeki kültür varlıklarının belgelenmesi, bilginin kaybolmaması için Makridi Bey´i çağırmış, O ve yetiştirdiği ekibine kurtarma kazıları yaptırmıştır. Bu, o dönem için dünya genelinde eşsiz bir davranıştır ve Anadolu´da Roma Hamamı ve Frig kültürü bu vesileyle ortaya çıkmıştır.
ZÖ: Atatürk´ün Türk arkeolojisinin geliştirilmesi adına çalışmaları ve motivasyonu hakkında başka neler diyebiliriz?
Mehmet Özdoğan: Erken Cumhuriyet döneminde, Türkiye’nin ulusal kimliğini oluşturma ve ulus devlet inşa etme çabaları önemli bir rol oynamıştır. Batı’daki ulus devletlerin temelinde, kendi ulusal kimliklerini oluşturma amacı yatmaktadır. Örneğin, Danimarka, Belçika, Hollanda ve Fransa gibi ülkeler, Roma-Germen İmparatorluğu’ndan önceki tarihlerine dayanarak ulusal kimliklerini oluşturma sürecine girmişlerdir. Benzer bir süreç, Türkiye’nin Anadolu ve çevresinde yazısı okunmamış kültürleri araştırarak başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bağımsızlık kazanan, Romanya, Yunanistan ve Mısır gibi ülkeler, ilk olarak arkeolojik kazıları başlatmışlardır. Bunun nedeni, kendi ulusal kimliklerini kanıtlamak istemeleridir. Bu süreç, arkeolojinin geçmişten günümüze uzanan bir bilim dalı olarak önem kazanmasına yol açmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, ulusal kimliği oluşturmanın önemini kavramış bir liderdi. Bu nedenle, Anadolu ve çevresindeki yazısı okunmamış kültürleri incelemiş ve Türk ulusal kimliğini inşa etmek için kullanmıştır. İlk başta, bu süreçte Hititler ve Sümerler gibi unsurları öne çıkaran bir tarih senaryosu oluşturulmuştur. Ancak Hititçe’nin okunmaya başlanması ve Hint-Avrupa dil ailesine mensup olduğu ortaya çıkınca bu senaryo değişmiştir. Yine de bu dönemde Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen kültürel öğelerin sahiplenilmesi ve birleştirilmesi, ulusal kimlik oluşturmanın bir parçası haline gelmiştir.
Atatürk, ulusal kimliği inşa etmek için arkeolojik kanıtları kullanmanın önemini çok iyi anlamış bir liderdi. Batı’da ulusal kimliği oluşturmanın en iyi yolunun arkeoloji olduğunu biliyordu ve Türk ulusal bilincinin bu şekilde güçlenebileceğini gördü.
Ayrıca Atatürk, kişisel ilgisi ve merakıyla arkeolojik kazılara katılarak, bu alandaki çalışmaları yakından takip etti (Bkz. Fotoğraf 1). Örneğin, gençliğinde kargaları kovaladığı meşhur hikayesinin gerçekleştiği tarla Langaza Tümülüslerinin olduğu yerdedir. Makridi Bey, o dönem o tümülüsü kazıyor ve büyük ihtimalle bu kazı Atatürk´ün arkeolojiye olan kişisel ilgisini başlatıyor. Yine bir rivayete göre, 1. Dünya Savaşı´nda Filistin Cephesini geri çekerken durdurup Ninova Harabelerini gezdiği söylenir. Yeni müzelerin kurulması dahil olmak üzere kültüre olan ilgisi Türk kültürünün gelişimine büyük katkı sağlamıştır.
Atatürk’ün bu alandaki bilinci, Türk arkeolojisini kurumsallaştırmak için de önemli bir adımdı. Üniversite reformu ile yabancı öğretim üyelerini Türkiye’ye getirerek ve ülkedeki gençleri yurt dışına eğitim için göndererek arkeoloji alanında bir altyapı oluşturdu. Ayrıca, yurt dışında eğitim gören genç bilim insanlarına geri döndüklerinde üniversitelerde kadro verilerek Türk arkeolojisinin gelişimine katkıda bulundu.
ZÖ: O dönem kurulan Türk Tarih Kurumu için neler söylersiniz?
Mehmet Özdoğan: Türk Tarih Kurumu, ilginç bir modeli temsil ediyor. Atatürk’ün liderliğinde, üniversitelerin bürokrasisi ve ağırlığı altında çalışma imkanı bulamayacak akademisyenler için bir alternatif oluşturuldu. Atatürk, bu alanın kurumsallaşması gerektiğini ve batıdaki modelleri iyi biliyordu.
Atatürk, öncelikle Türk Ocakları’nı kurarak başladı. Bu kurumlar, halka bilgi yayma amacı taşıdılar. Daha sonra ise seçkin bir grup bilim insanından oluşan Türk Tarih Kurumu’nu kurarak büyük etkiler yarattı. Bu kurumlar, bilim insanlarının arazide çalışmalarına imkan tanıdı ve devlet bürokrasisinin engel olmasını önledi. Ayrıca, yurt dışında çalışma ve bağlantı imkanları sağladı.
Atatürk bu kurumları bağımsız bir yapı olarak geliştirdi, kendi kişisel varlığını da bunlara aktardı. Ve böylelikle Türkiye’de geçmişi inceleyen bir kurumsal akademik yapı oluşturarak, bilimsel çalışmalara olanak sağladı. Bu kurumlar, Türk Tarih Kurumu’nun özellikle en etkin olduğu dönemlerdi, bilim dünyasında büyük etki yarattı.
Ancak zaman içinde üniversitelerin güçlenmesiyle Türk Tarih Kurumu’nun etkisi azalmaya başladı. Ancak günümüze kadar varlığını sürdüren ve önemli bir altyapı oluşturan bu kurumlar, hala Türkiye’de yapılan tarih çalışmalarına olanak sağlamaktadır. Bu nedenle, Türk Tarih Kurumu’nun katkıları hala devam etmektedir.
ZÖ: Peki bu dönemde müzecilik adına ne tür gelişmeler yaşandı?
Mehmet Özdoğan: Müze kavramı, özellikle Türkiye’de araştırma ve eğitimden çok, eski eserlerin depolandığı yer olarak algılanmıştır. Batı’daki müzeler genellikle zengin koleksiyonlarıyla övünürken, bu koleksiyonları toplumun kültürel ve sosyal bilincine katkıda bulunan bir şekilde sunmak konusunda yetersiz kalmışlardır. Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu olmuş, müzelerin bilgiyi hamur gibi yoğurup topluma aktarması ve kültür bilincini artırması gibi işlevleri tam olarak yerine getirememişlerdir.
Erken Cumhuriyet döneminde koruma ve restorasyon alanında yetişmiş insan gücünün eksikliği de müzelerin işlevlerini tam olarak yapamamasının nedenleri arasındadır. Kuşkusuz restorasyon çalışmaları için nitelikli eleman bulmak zor olmuş, her ne kadar daha Kurtuluş Savaşı döneminde bile Selçuklu, Osmanlı dönemi anıt yapılarının korunması, onarımı için çaba gösterilmişse de, olanakların ve uzmanların sınırlılığı bu alandaki çalışmaların yetersiz kalmasına sebep olmuştur.
Ancak gene de müzeler Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış ve eski eserleri takip eden kurumlar yerine geçmiştir. O yıllarda müze müdürleri genellikle seçkin öğretmenlerden seçilmişlerdir, çünkü arkeoloji alanında eğitilmiş uzmanlar bulunamamıştır.
ZÖ: O dönemin Türkiye’sinde bu alanda oldukça az isim olduğundan bahsettiniz. Özellikle eklemek istediğiniz biri var mı?
Mehmet Özdoğan: O dönemde, Delaporte, von der Osten gibi arkeologlar çok saygı görmüştü. Ayrıca, Blegen’in Troya çalışmaları, Batı Anadolu’da İlk Tunç Çağı’nın ortaya çıkartılması gibi kritik noktalar bulunuyordu. B. Hrozny’nin özellikle Kültepe çalışmaları da büyük önem taşıyordu. Bu dönemde Anadolu’nun geçmişi hakkında neredeyse hiç bilgi bulunmuyordu. Hititler öncesindeki Anadolu yaşamı Alişar’da açılan derin sondajlarda ortaya çıkan 22 metrelik bir arkeolojik dolgu ile açığa çıktı. Bu, Anadolu’nun tarihöncesi geçmişine mi uzandığını yoksa Anadolu’nun geçmişinin çok kısa mı olduğu tartışmalarını başlattı.
Atatürk´ün, von der Osten ve ekibinden Alişar´da Klasik öncesi dönem için yüzey araştırması yapmalarını istemesi de önemlidir. Bu araştırmalar sırasında Orta Anadolu´dan Malatya’ya ve Güneydoğu’ya kadar tarama yapılmıştı, ancak o dönemde yolların olmaması ve devletin bu çalışmaları destekleyecek kaynaklarının eksikliği nedeniyle bu büyük bir maceraydı.
ZÖ: Devletin bu alanda gönderdiği resmi bursiyerler kimler?
Mehmet Özdoğan: Suat Baydur, özellikle mitoloji ve benzer alanlarda etkili. Ekrem Akurgal, Afif Erzen, Rüstem Duyuran, Jale İnan ve Oktay Aslanapa bu alanda yurt dışında yüksek öğrenim görmüş isimlerden. Ekrem Akurgal, arkeoloji ve klasik arkeoloji alanında önemli yayınlar yaparak etkili olmuş. Daha önceleri içe dönük olan yayıncılık, onun sayesinde uluslararası alanda tanınmaya başlamış. Ekrem Akurgal, Anadolu Arkeolojisini tanıtan yayınlarla bu alanda ağırlık kazanmış ve Anadolu’nun tanınırlığını artırmış.
Afif Erzen, Malatya bölgesinden olup Doğu Anadolu’ya yönelmiş ve orada Urartular konusunda önemli çalışmalar yapmış. Rüstem Duyuran, müzeciliği geliştirmiş. Suat Baydur, klasik kültür alanında Milli Eğitim Bakanlığı’nın klasik kitaplar serisine katkıda bulunmuş. Oktay Aslanapa, Türkiye’de sanat tarihinin ekolleşmesine yardımcı olmuş. Jale İnan ise, babası Aziz Ogan’ın ve Osman Hamdi Bey ile olan çalışmalarının etkisiyle arkeolojiye ilgi duymuş. İlk yurt dışı eğitimi kendi imkanlarıyla sağladığı bursla, ikinci eğitimi ise devlet bursuyla almış. Heykel sanatı üzerine yoğunlaşmış ve klasik arkeolojinin İstanbul Üniversitesi’nde yerleşmesine katkıda bulunmuş.
Arif Müfid Mansel, Almanya’dan gelip kürsüyü kurmuş ve Jale İnan’ın geldiği dönemde önemli rol oynamış. Jale İnan, heykel sanatı alanında dünya çapında tanınan bir isim olmuş. Kaçak yollarla yurtdışına çıkarılan eserlerin Türkiye’ye iadesi için önemli çabalar göstermiş ve “Yorgun Herkül” heykelinin bir parçasının çalındığını Amerika’daki müzede ispat etmek için Türkiye’deki parçasının kalıbını yapıp Amerika’ya götürmüş. Bu sayede eserin Türkiye’ye iadesi sağlanmış (Bkz. Fotoğraf 3).
Halet Çambel, Almanya’da doğmuş ve kendi imkanlarıyla eğitim almış. Babası, Osmanlı döneminde Berlin Büyükelçisi olmuş. Ailesiyle birlikte savaş süresince Berlin’de kalmış ve Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye’ye dönmüş. Türkiye’ye döndükten sonra Robert Koleji’ne gitmiş ve daha sonra Almanya ve Fransa’da eğitimine devam etmiş. Halet Çambel, diller üzerine ihtisas yapmış ve sonrasında Avrupa’da eğitim almış. Delaporte’un Arslantepe’de kazı yapmaya başladığı dönemde, Halet Çambel Fransa’dan Türkiye’ye çağrılarak kazıya katılması sağlanmış.
Hatta şöyle bir anımı anlatayım: 1978’de Malatya Değirmentepe’ye kazı için gittiğimizde, bölgedeki en köklü kazı olan Arslantepe’den deneyimli bir işçi istedik. Rica üzerine Resul adında yaşlı bir adam geldi. Kendisi, kazı alanının tarihine tanıklık etmiş biriydi. Bizim İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince “Vaktiyle, Halet Çambel adında bir öğrenci gelmişti 1936 yılında, tanır mısınız?” diye sordu. Yani Halet Hanım’ın adı, yıllar geçse de bu topraklarda yaşamaya devam ediyor.
ZÖ: Cumhuriyetin 100. Yılına özel gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, yüzyıl öncesi ile bugünü karşılaştırdığınızda Türkiye´de arkeoloji hususunda neler söylemek istersiniz?
Mehmet Özdoğan: Öncelikle Türkiye’de yetişen beyin gücünün olumlu yönlerini vurgulamak gerek. Türkiye, özellikle benim neslimden sonra gelen ikinci kuşakta, dünyaya açık, dünyada ağırlığı olan beyin gücüne sahip. Arkeolojide de bu durum geçerli; iyi bir ekip ve altyapıya sahibiz. Türkiye’de kırkın üzerinde üniversitede arkeoloji bilim olarak yer alıyor, bu da arkeolojinin kurumsallaşmış ve yerleşmiş bir durumda olduğunu gösteriyor. Erken Cumhuriyet dönemiyle karşılaştırıldığında hayal bile edilemeyecek bir gelişme bu.
Ancak negatif taraflara bakarsak, devlet ile bilim arasındaki ilişki sorunlu. Özellikle bürokrasi ile bilim arasındaki ilişki tam anlamıyla doğru çalışmıyor. Bu, bilimin ağırlığının bürokrasi tarafından belirlendiği bir duruma dönüşmüş durumda. Bu eğilim 1970’lerde başladı ve giderek arttı. Bilim ile bürokrasi ara yüzünün doğru çalışmaması, akademik çalışma geleneğinin gelişmesini her zaman engellemiş, saptırmış ve uzun erimde de bilime zarar vermiştir. Bilimsel çalışma, akademik özgürlüğü içinde, bilim dünyasının kendi değerlendirmeleri, süzgeci içinde kaldığı sürece gelişebilir ancak bürokrasinin güdümü ile bir canlılık var gibi gözükse de uzun erimde çöküşü getirir..
Dünyada, Erken Cumhuriyet Döneminde arkeolojiyle ilgilenen ülke sayısı yirmi beş civarındayken, bugün bu sayı iki yüz ona çıkmış durumda. Bu, vaktiyle küresel olan arkeolojinin yerelleştiği bir süreç. Ancak Türkiye, kültürel envanter konusunda yetersiz kalmış. Türkiye’de kaç tane kale olduğunu bile bilen bir kurum yok. Arazi teşkilatı eksikliği de büyük bir sorun. Ülkemizde genel tutum, arkeologların müzelerde görevlendirilmesidir, müze bünyesinde çalışırlar. Başka ülkelerde ise arazi teşkilatı bölgesinden sorumlu ve yetkilidir. Türkiye’de ise alandaki tahribattan sorumlu hiçbir kurum bulamazsınız. Bu durum, arkeolojik alanların korunması ve yönetilmesinde büyük bir boşluk yaratmaktadır.
Türkiye’nin beyin gücü dünyada önemli bir yerde olmasına rağmen, bu potansiyeli doğru değerlendirememişiz. Dünyada, kültürel miras, arkeoloji alanlarında ilke kararları geliştiren birçok kurum vardır, her biri farklı açılardan arkeoloji ve kültürel miras üzerinde söz sahibidir. Ülkemiz, her alanda yetişmiş beyin gücüne sahip olmasına karşın, maalesef bu kurumların birçoğunda gereği gibi temsil edilmemiş, arka planda kalmıştır. Bu, bir anlama gene bilim ile bürokrasi ara yüzünün gereği gibi kurulmamış olmasının sonucu olarak görülmelidir.
ZÖ: Son olarak, babanız İhsan Özdoğan’ın da Erken Cumhuriyet Döneminde gönderilen bir resmi bursiyer olmasını göz önünde bulundurarak Atatürk’ün yurt dışına öğrenci gönderme girişimi hakkında yorumlarınızı duymak isterim.
Mehmet Özdoğan: Atatürk’ün yurt dışına öğrenci gönderme girişimi, Türkiye’nin akademik ortamının gelişmesinde büyük bir rol oynamış. Örneğin, babam İhsan Özdoğan, köy kökenlidir, çok fakir bir aileden gelmesine rağmen, öğretmeninin desteğiyle parasız yatılı olarak orta eğitimini sürdürebilmiş, hiçbir “torpili” olmadan yurtdışı sınavını kazanmış, İstanbul’u görmeden Fransa’ya yollanmış, oraya uyum sağlaması için devletin yurtdışı öğrenci temsilciliği yakından ilgilenmiş ve akademisyen olarak Türkiye’ye gelerek üniversiteye girmiştir. Bu tür imkanlar, bugün neredeyse mümkün değil. O dönemde üniversite okumak isteyen bile yokken, Atatürk’ün politikaları sayesinde birçok genç yurt dışında eğitim alabilmiş. Bu, cumhuriyetin bugünlere gelmesinde ve Türk üniversitelerinin ayakta durmasında önemli bir etken olmuştur.
Son olarak, Atatürk’ün yurt dışına öğrenci gönderme politikası, o dönemdeki Türkiye’den bugünkü akademik seviyeye ulaşmamızı sağlayan en önemli faktörlerden biridir. Bu kıvılcım olmasaydı, bugün çok farklı bir yerde olabilirdik.
You must be logged in to post a comment Login