Pek çok kişi, Neolitik dönemde, yani insanların yerleşik hayata geçip tarıma başladığı dönemde, insan topluluklarının anaerkil olduğunu ve Ana Tanrıça’ya taptıklarını düşünür. Kısacası kadınların yönettiği bir toplum ve Ana Tanrıça fikri hala pek çok kişi tarafından ilgiyle karşılanmaktadır. Ama acaba arkeolojik verilerde buna dair herhangi bir kanıt buluyor muyuz? Yoksa tam tersi ataerkil bir yapıya mı sahiptiler? Bu konuya dair neler söyleyebiliyoruz?
Daha önceleri ortaya atılmış olmasına rağmen genel hatlarıyla Marija Gimbutas tarafından geliştirilen Ana Tanrıça teorisinin kökleri Engels’e dayanır. Engels, “Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni” adlı eserinde insanların tarihin bilinmeyen, erken bir döneminde anaerkil bir düzenle yönetildiğini iddia eder [1] Ona göre bu dönemde insanlar soylarını babalarından değil annelerinden sayarlar, çünkü biyolojik babalarını bilmeleri mümkün değildir. Ancak tarımın başlaması, basit kommün yaşamı sona erdirmiş, çünkü ihtiyaç fazlası üretime, özel mülkiyete ve ataerkil sistemin doğuşuna sebep olmuştur. Bunu da Engels “kadının tarihsel yenilgisi” olarak tanımlar.
İnsan biçimli figürinler, Yakındoğu’da, Mezopotamya’da, Avrupa’da bulunmaya başladığında, bu figürinler otomatik olarak anaerkil toplumun, ya da bereket, cinsellik, doğum veya analık temaları üzerine kurulu kadın odaklı dinlerin kanıtları olarak düşünülmüştür. Kadın figürinleri “Büyük Tanrıça” ya da “ Ana Tanrıça” olarak adlandırılmış, erkek olanlar da ana tanrıçanın oğlu ya da kocası olarak tanımlanmıştır.
Ana Tanrıça akımı Marija Gimbutas’la büyük bir gelişme göstermiştir. Gimbutas’ın çizdiği toplum düzeninde Üst Paleolitik ve Neolitik dönemde Avrupa’da anaerkil, yerleşik, barışçıl, eşitlikçi, sanatçı, denize ve toprağa bağlı bir kültür yaşar [2]. Gimbutas’ın “Eski Avrupa” kültürü adını verdiği bu kültür; ataerkil, konar-göçer, sınıflı, pastoral ve savaşçı bir kültür olan ve Rusya üzerinden yaklaşık MÖ 3500’de Avrupa’ya gelen Hint-Avrupa kültürü tarafından yok edilmiştir.
Avrupa’da birçok yerde bulunan ve ‘Venüs’ adı verilen figürinler, Ana Tanrıça kültünün asıl veri tabanını oluşturur. Bu Venüs figürinleri genellikle iri göğüslü ve şişman olduklarından bereket, hamilelik ya da emzirme dönemini işaret ettikleri iddia edilmiştir.
Çatalhöyük ve Ana Tanrıça
1950’lerin sonunda James Mellaart tarafından keşfedilen Çatalhöyük de Ana Tanrıça teorisinin gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Mellaart’ın 1961 ile 65 yılları arasında sadece 4 sezon kazarak gün ışığına çıkardığı duvar resimleri, kabartmalar ve figürinler, gerek arkeoloji dünyasında gerek arkeolojiye meraklı insanlar arasında büyük yankı uyandırmıştır.
Mellaart, Çatalhöyük betimlemelerini yorumlarken etnoarkeolojinin bölgesel devamlılık teorisini temel alır. Bölgesel devamlılığı şöyle tanımlayabiliriz: “Belirli bir kültürde ya da o kültürün yaşandığı coğrafi bölgede, bu bölgenin nüfusunda bir değişiklik olsun ya da olmasın, bölgeye has geleneklerde, değerlerde ve ideolojide zaman içerisinde devamlılık görülür.” Mellaart da bu yöntemi izleyerek Mezopotamya, Yakındoğu, Akdeniz, Ege ve Mısır mitleriyle Çatalhöyük arasında bir bağlantı kurmaya çalışır. Ona göre Çatalhöyük’te “her şeyin yaratıcısı Büyük Tanrıça” etrafında şekillenmiş bir din vardı. Özellikle duvar resimlerinde ve heykellerde görülen boğa betimi bu Yüce Tanrıçanın oğlunu, sevgilisini ya da kocasını temsil ediyordu [3]. Mellaart’ın Çatalhöyük’te bir tanrıça kültünün varlığından bahsetmesi burada inanılan tanrıçanın “Ana Tanrıça” olduğu varsayımını doğurdu.
Peki, Çatalhöyük’te gerçekten de iddia edildiği kadar açık seçik bir Ana Tanrıça kültü var mıydı? Özellikle 1995’ten beri yapılan çalışmalarda, Çatalhöyük figürinleri de birçok bilim insanı tarafından incelenmiştir. Bu çalışmalar sonucu Ana Tanrıça fikri dışında pek çok alternatif ortaya atılmıştır.
Figürinlerin büyük bölümü kırık halde bulunmuştur. Yapılan analizlere göre bu kırıkların kasıtlı yapıldığı, bunun belki de elden çıkarma sürecinin bir parçası olabileceği fikri ortaya atılmıştır. En çok kırılan parça figürinlerin başıdır, bunun da Çatalhöyük’te bulunan başsız iskeletlerle ve başsız insanları resmeden duvar resimleriyle bir bağlantısı olabileceği düşünülmektedir. Kimi figürinlerin boyun kısmında başlarının takılıp çıkarılabilmesini sağlayan delikler olduğundan bu figürinler, farklı duyguları, durumları, davranışları anlatmak amacıyla kullanılan araçlar olabilir.
Figürinler genellikle hızlıca ve özensiz yapılmış gibi durduklarından adak objeleri ya da oyuncak olabilir. Ayrıca bu figürinler incelendiğinde yoğun kullanımdan kaynaklı kırılmaların çok olması ve genellikle evlerde, özel alanlarda değil, çöp çukurlarına bulunmaları oyuncak olmaları fikrini destekler.
Figürinlerin bereketi sembolize ettiğini gösteren kesin bir kanıt bulunamamıştır. Penis biçimli figürinler çok azdır; pek çok şişman kadın figürini olmasına rağmen, bunların hamile olduklarını gösteren kesin bir veri yoktur. Bu figürinler ileri yaştaki kadınları da gösteriyor olabilir.
Çatalhöyük yerleşiminin erken dönemlerinde hem kadın hem erkek figürinleri oldukça azdır. Aslında Çatalhöyüklüler özellikle cinsiyeti belirgin figürinler yerine insansı ya da hayvan figürinlerine ağırlık vermişlerdir. Çatalhöyük’te yapılmış bütün figürinleri hesaba katacak olursak cinsiyeti belirgin insan figürinleri, Çatalhöyük figürinlerinin çok ama çok küçük bir kısmını oluşturur. Kadın figürinleri ise ancak Çatalhöyük yerleşiminin ikinci yarısından sonra (MÖ. 6500’lerden sonra) ufak bir artış göstermiştir. Bu artış, kadınların biyolojik rollerini övmekle ya da yermekle alakalı olabilir. Bizim arkeologlar olarak günümüz toplumunun bakışıyla kadını anne olarak görmemiz, arkeolojik verilerde de kadını eve bağlı ve doğal anneler olarak aramamıza sebep olur. “Ana Tanrıça” teorisi de bu sorunu destekler. Ana tanrıçayı temsil etmek yerine bu figürinler kadınları ilgilendiren törenlerde, özellikle değiştirilebilen başlarıyla farklı duyguları, yaşları, ayinleri ifade ediyor olabilirler. İri göğüslü figürinler belki de bereketi değil kadınlığı sembolize ediyor olabilir. Kadın figürinlerinin artışı, kadınların toplum içinde oynadıkları rollerle ilgi artan endişeleri, kadınların onlara biçilmiş bu rolleri yerine getirmek ya da getirmemek üzerine güce erişme çabalarıyla ilgili olabilir [4].
Figürinlere dünyanın pek çok bölgesinde, farklı zaman dilimlerinde rastlanır. Anadolu ya da Avrupa’yı bir yana bırakın tek bir höyüğün içinde bile birbirinden farklı işlevleri olan figürinlere rastlamak mümkünken, figürinlerin sadece ‘Ana Tanrıça’yı betimlediğini düşünmek bunların farklı bağlamlarda farklı anlamlara gelebileceği ihtimalini görmezden gelmek olur. Ana Tanrıça teorisinin takipçileri ne yazık ki hiçbir zaman bu figürinlerin gerçekten de bereketi temsil edip etmediğini ciddi anlamda incelememiş, bu fikri olduğu gibi kabul etmiştir. Bence asıl sorgulamamız gereken zamanında gerçekten bütün Avrupa ve Anadolu’da aynı Ana Tanrıça’ya tapılıp tapılmadığı değil, bizim neden bunu bu kadar hevesle ve pek fazla sorgulamadan kabul etmek istiyor oluşumuzdur.
[1] Engels, Friedrich. “The origin of the family, private property, and the state”, In: R.C. Tucker (ed.) The Marx-Engels Reader, W.W. Norton and Company, New York, 1978[1884]: 734-759.
[2] Gimbutas, Marija Alseikaitė. The goddesses and gods of Old Europe, 6500-3500 BC, myths and cult images. Univ of California Press, 1982.
[3] Mellaart, James. Çatal Hüyük A Neolithic Town in Anatolia. New York: McGraw-Hill, 1967.
[4] Hamilton, Naomi. “Figurines, Clay Balls, Small Finds and Burials.” On the Surface: Çatalhöyük 1993-95. Ed. Ian Hodder. Cambridge: McDonald Institute of Archaeological Research, 1996b. 215-263.
You must be logged in to post a comment Login